Ana Sayfa » Genel » Balans Ayarı İle Hizaya Mı Sokuluyoruz?

Balans Ayarı İle Hizaya Mı Sokuluyoruz?

BALANS AYARI İLE HİZAYA MI SOKULUYORUZ?

ALPEREN GÜRBÜZER

Türkiye’nin dış politikası, üç aşağı beş yukarı Osmanlı’nın özellikle son döneminde uygulanan dış politikaların bir tür devamı niteliğinde gözüküyor. Yorgun düşmüş Osmanlı ebed müddet ülküsü gereği güçler arasında hep iki arada bir derede mekik dokuyordu adeta. Tıpkı Türkiye’nin kurucularının kurtuluş savaşı sırasında Rusya’ya yakınmış gibi gözüküp sonradan batıya yönünü dönmesinde olduğu gibidir. Aslında alışık olduğumuz, aynı zaman da vazgeçemediğimiz bir manzaraydı bu. Yani bu durum bildik ve ezberi bozamadığımız politikaların tekrarının özetinden başka bir şey değildi.
Dış güçler açısından Türkiye’ye bakış açısı ise; bazen jeopolitik yapısı gereği imrenilerek bakılıp paylaşılamıyan, bazen stratejik konjonktörü yönünden dolayı kıskanılan, bazen de mercek altına alınması gereken veya üzerinde hassasiyetle durup makroskobik ve mikroskobik incelemeleri sonucu karar alınması gereken bir ülke konumunda cereyan etmek olarak değerlendirilebilir.
Malum olduğu üzere balans kavramı, 28 Şubatın önemli kurmaylarından Çevik Bir’in; ‘28 Şubatta balans ayarı yaptık’ ifadesiyle girmiştir gündemimize. O halde içte balans ayarları olurda, dışta olmaz mı? Hiç kuşkusuz hem de alası olur.
Bu gerçekler ışığında sürekli balans ayarı yapılan, kendi haline terk edilmek ya da başıboş bırakılması istenmeyen böyle bir ülkeyiz. Peki, balans ayarı yapılırken hangi metotlar izleniliyor? İşte bu can alıcı sorunun cevabı kendiliğinden ipucuna bile gerek kalmadan kendini ele veriyor zaten. Kelimenin tam anlamıyla bunun cevabı: düpedüz terörle balans stratejisidir.
İkinci dünya savaşında Sovyet yayılmacılığına karşı gardını alan Türkiye, güvenlik endişesiyle Balkan ve Bağdat ittifaklarının işbirliğinde aktif görev almış, bununla da kalmayıp NATO ülkeleri arasında yerini almıştı. Bu durumdan rahatsız olan Rusya derhal harekete geçerek Ermeni örgütü Hınçaklar’ı gizlice destekleyip ileride başımızın belası ASALA’nın doğmasını sağlamıştır.
Nasıl mı?
İşte, Kıbrıs Harekâtı ve peşinden Amerikanın ambargosu ile ASALA’nın eylemleri birbirine yakın tarihlere isabet etmesi ilginç ve bir o kadar da düşündürücü olsa gerektir.
1979 İran devrimi ve Sovyetlerin Afganistan’ı işgali gibi sebepler ABD’yi Ortadoğu’ya yönelik yeşil kuşak projesi diyebileceğimiz balans ayarı yapmaya itmiştir. Bu balans ayarı uygulamasına ülkemizde gerçekleşen 12 Eylül 1980 darbesini de katabiliriz. Çünkü 80 darbesiyle hem Sovyetlerin beşinci kol hükmündeki sol örgütler ağır yara aldılar hem de ASALA önemli ölçüde işlevini yavaş yavaş yitirecek hale gelmiş, ama ne var ki 12 Eylüle rağmen bu Ermeni terör örgütü bir on yıl gündemde kendini tuttuktan sonra misyonunu PKK’ye devredecektir. Böylece 1973 yılında Marksist-Leninist Kürtçü denilen PKK (Kürdistan İşçi Partisi) kurulmuştur. PKK; ASALA tarafından eğitilip 1980 sonrası Türkiye’nin başını uzun yıllar ağrıtacak kanayan bir yaraya dönüşecektir.
ASALA, hemen hemen tüm dünyanın çeşitli yerlerinde eylemler düzenlemiş, fakat ne hikmetse Rusya da bir tek ASALA eylemi gerçekleşememiştir. Bu veriler ister istemez Ermeni örgütlerini kışkırtanın bizatihi Rusya olduğunu ele veriyor gibi.
İran- Irak arasında uzun süre devam eden savaşın ardından Rusya’da çözülme kendini baş göstermiş, ne yazık ki dünyada tam savaşlar bitti diyecek noktada iken bu seferde Körfez savaşı patlak verdi. Malum olduğu üzere Savaşın ardından SSCB dağılıyor ve bağrında taşıdığı cumhuriyetler bir bir bağımsızlıklarını ilan ediyorlardı. Dolayısıyla ABD dünyanın tek jandarması konumuna gelerek Baba Bush kariyerine kariyer katar böylece. Fakat oğul Bush bu kadar şanslı olamayacaktır. Zira babasının elde ettiği zaferin aksine Irak bataklığına batarak anti-Amerikan cepheyi tüm dünyada genişletmiştir.
Peki, Körfez savaşında Türkiye ne yaptı? Bilindiği üzere Cumhurbaşkanı Özal’ın kişisel gayretleri ile gerçekleşen ve yıllardır izlenen bildik ezber bozma politikaları yerle bir eden anlayışla bir koyup on almayı hedef edinen yeni bir siyasetin önümüze getirmiş olduğu tablo neticesinde; Peşmergeler Saddam’dan korku belasına Türkiye’ye sığınmaya başlamıştı. Hatta beş yüz bini aşkın mültecinin sınırlarımıza girmesiyle birlikte milletler arası bir güç olan Çekiç Güç’ün konuşlandırılması mecburiyeti doğmuştur. Öyle ki; 1991 de başlayan 1996’ya kadar TBMM’de geçici kararlarla her defasında altı ay uzatmalarla Çekiç Güç’ün varlığı sürekli korunmuştur. Çekiç Güç’ün bölgeye yerleşmesinin ardından Saddam’a karşı Kuzey Irak’ta Kürtlere bu sayede özerklik sağlanabilmiştir.
1991’den sonra Saddam’ın Irak’ın kuzeyi üzerinde ki denetiminin kalkmasından sonra PKK boşluktan yararlanarak diş bilemeye bile başlamış, derken güneydoğuda gayri nizami dediğimiz gerilla türü asimetrik savaşa neden olmuşlar. PKK’nın bu girişimi Saddam’ın Kuveyt’ten Amerikan kuvvetlerince devrilmesi dönemine rastlamıştır. Aynı zamanda bu dönemde Eşref Bitlis gibi paşalar Çekiç Güç’ün PKK’ya lojistik destek sağladıklarını tespitinde bulunarak şikâyetlerini belirtmişlerdir.
Dikkat edildiğinde 1999’a kadar terör üssü Suriyenin Beka vadisi seçilmiş, ancak 1999 –2000 yılları arasında Adana mutabakatıyla Şam’ın teslim noktasına gelmesi ile birlikte terör üssü Kandil’e kaymıştır. Dolayısıyla Şam’ın yerine yeni patron Amerika ipleri eline alıp buranın tek patronu benim dercesine sesli ya da sessiz operasyonlarını yeni komşumuz olarak usul usul devreye sokmuştur. Hatta 1 Mart tezkeresinden sonra, ABD’nin Kandil dağlarında ki PKK’nın eylemlerine sessiz kalması, akıllara daha önceki Kıbrıs örneğinin tekrarı ceza niteliğindeki uygulamalarını getirdi bir anda. Tabii bu arada Türkiye’nin artık bu konuda tahammül sınırı taşma noktasına geldiğini, ya da olası Kandil’e saldırma ihtimalini sezdiğinden olsa gerek sırra kadem basan ABD nihayet sessizliğini bozup PKK ile mücadele koordinatörü atamak zorunda kalmıştır. Bununla da kalmadılar çeşitli vaadlerde bile bulundular. Ne ilginçtir ki, bu taahhüdlerden sonra PKK tek taraflı ateşkes ilan edebilmiştir.
Balans ayarlama operasyonlarını özetlersek varacağımız sonuç;
Güç dengeleri arasında bugüne dek ülkemiz sürekli terör tehdidi ile ikaz edilerek hizaya sokulmak istenmiştir. Böylece ABD ile Rusya arasında göreceli rekabetin sonucu olsa gerek; 70’li yıllarda Ermeni terör örgütünün eylemleri ile tanıştırılıp terör belasına ilk adımımızı atarak balansımızın ilki gerçekleşiverdi. Nitekim otuzu aşkın diplomatımız öldürülerek ayağınızı denk alın mesajı verilir de.
Kıbrıs Barış Harekâtında Türkiye’nin kararlığından hoşlanmayan ABD; dışta ASALA içte de sağ sol kamplaşmalarına seyirci kalmayı yeğleyip, daha sonra da 12 Eylül darbesini başımıza musallat ederek yeni bir döneme girmemizi sağladı. Her ne hikmetse Türkiye’yi kamplaşmanın eşiğine getirilmesine neden olan sağ – sol terör ikilemini gizli bir el sayesinde bir gecede bir çırpıda bitirilebildi, fakat ASALA için aynı şey söylenemezdi, onun bitirilmesi için bir on yıl daha beklenilecekti. Ancak ASALA’nın yerini bu seferde bir başka terör versiyonu PKK devreye girecekti. Oysaki bu durum ülkemiz için daha çok karmaşık aşamaya geçileceği anlamına geliyordu.
1990 yıllar ülkemiz açısından daha açık bir toplum dediğimiz Özal’la birlikte yeni bir döneme girilir, ancak bu seferde laik-anti-laik, ilerici-irtica eksenli tartışmalarla oyalandırıldık. Özal’dan sonra tartışmalar daha da hız kazanarak bir başka meseleye terfi ediyordu Türkiye. Derken Postmodern darbenin eşiğine getirildik. Bu darbenin diğerlerinden farkı siviller üzerinden gerçekleştirilmesidir, yani tek farkı adının post modern darbe olmasıydı. Üstelik 1997 postmodern darbenin galibi rejim olsa gam yemeyiz, maalesef kazançlı çıkan küresel sermayedir. Bir başka ifade ile 28 Şubatçılar hem tongaya gelmişler hem de mağlup olmuşlardır. Hakeza 2008 yılında Anayasa Mahkemesinin Ak Partiyi kapatma davasının ardından başlayan ve asrın davası diyebileceğimiz bir operasyonla Ergenekon örgütünün çökertilmesiyle birlikte 28 Şubat uzantılarının tüm kirli çamaşırlarını ele vermeye yetti de. İyi ki de galip olamamışlar, yoksa bu Türkiye’nin sonu olurdu. Ak partiyi bahane edip milletin değerlerini yerle bir edeceklerdi, hele şükür bu olmadı. Aksine alma mazlumun ahını çıkar aheste aheste sözü Ergenekon’u derinden vurdu bile.
Uçan kuştan bile haberdar olabileceklerini övünerek söyleyen büyük güçler, kontrol dışı denilen noktalardan hep şikâyet edip dururlar. Bu uğurda hedef noktalara sivil terörist ayırımı gözetmeksizin bomba yağdırmaya devam etmekten çekinmezler de, ama her nedense kontrol noktalar bir türlü ele geçirilemez. Her seferinde o noktalar hedef gösterilir, hep bu süreç oyalamacı bir taktikle devam eder gider, fakat elebaşları ne hikmetse bir türlü ininden çıkarılamaz. Mesela; Usame bin Ladin ve adamları, ya da El Kaide’nin yuvalandığı bölge olan Veziristan kontrol dışı olduğundan bahsedilir. Keza Türkiye’nin güneyi ağırlıklı olarak Kandil dağlarıda böyle bir alandır. İyide demezler mi bu kontrol dışı noktalar bugün değilse ne zaman kontrol altına alınacak? Yoksa bütün bu açıklamalar derin bir planın kılıfı mı?
Uzmanlar; Asimetrik savaşların aktörleri gerilla, milis ve paramiteler denen güçlerdir der. Şu günlerde asimetrik savaş metodundan daha çok Irak, kısmen de Güneydoğu bölgesi halkı muzdariptir.
Anlaşılan odur ki terör sürekli besleniyor, beslenecekte. Şüphesiz beslenmesinin ardında bir takım hesapların varlığı yatıyor. PKK hesap denklemi içerisinde maşa olarak kullanıldığının farkında ya da değildir. Zaten farkında olsalar da önemi yok, onlar bir kere ideolojisini Kürt milliyetçiliği olarak ilan ederek dönüşü olmayan bir yola koyulmuşlar. Dolayısıyla PKK’nın gayesi terör üzerinden adını duyurmak ve siyasallaşarak meşruiyet zemini kazanabilmektir. Bunun ötesinde kültürel hak taleplerinden dem vurarak yerini siyasi talepler aldığında varıp dayanacağı nokta bölünmektir. Belki de Allah korusun bunun geleceği nokta yeni bir devlet kurmaktır. Hafızamızı şöyle yokladığımız da Iraklı Kürtler de ilkin bağımsızlık istemiyorlardı, şimdi ise bağımsızlığın zamanını kollar haldeler. Bir nebzede olsa emellerin ulaştılar da. PKK’da milli taleplerden kültürel kimliğe, ordan siyasi talebe ve derken nihai hedefe, yani bölünme sürecine ulaşmak adına yörünge tayin etmiş. Hatta bu uğurda terörü amacı için araç olarak kullanmaya devam etmekteler hala.
ABD bölgeyi zapturap altına almak uğruna PKK kartını her zaman elinde koz olarak bulunduruyor. Zira bu kart sistemi dünyada tutmuş olacak ki, aynı metodu Rusya Çeçenler için, Çin ise Doğu Türkistan için uyguluyor. Bu yüzden ABD bir yandan teröre karşıyım derken, diğer yandan da PKK konusunda ağır davranması gözlerden kaçmıyor. Demek ki amaçlar farklı olunca terör kavramı da göreceli oluyormuş meğer.
Kürtçülük adına terör işleyenlere siyasi suçlu olarak yargılamak onlara onur veriyor aslında. Oysaki terörün maşası durumda olan bu teröristleri adi suçtan mahkûm edilmeliydi. Hatta evvela terör örgütünün propoganda malzemeleri bir bir ellerinden alınmalıydı, ama bu yapılmadı, belki de bilinçli olarak özellikle tercih edilmedi. Bakın Almanya da yaşayan halkımız dernek kuruyorlar; cami yapıyorlar, okullar açıyorlar, Türkçe yayın yapmak vs. gibi tüm insan haklarından yararlanıyorlar, kimse çıkıp ta durun ne oluyor demiyor. Bilakis bütün bu etkinliklere müsaade veriliyor. İşte verilen bu özgürlükler sayesinde hiç bir Alman bölünme korkusu yaşamıyor. Peki, biz ne yapıyoruz? Yıllardır tüm etnik kökene sahip, barışça yaşadığımız kardeşlerimize reva görülen bireysel haklarına duyarsız kalmakla gerçekten güvenliğimizi sağlamış mı oluyoruz, yoksa düşman mı kazanmış oluyoruz? Belli ki illegal örgütün ekmeğine yağ sürmüş oluyoruz aslında. Hala insan hak ve özgürlükleri ile umumi hakları arasındaki farkı kavrayamadık bir türlü, bu gidişle kavrayamayız da. Çünkü hala sapla samanı birbirine karıştırıyoruz sürekli. Aklımızı başımıza toplayıp, bölge halkı ile PKK arasındaki ayırımı iyi analiz edemiyoruz, durduk yerde paniğe kapılıyoruz, dahası PKK’nın Marksist ayağı çökmüş olmasına rağmen bu telaş niye? Bir partinin gölgesinden bile nem kapan bir devlet anlayışı doğru mu? Oysa endişeye mahal yok, bölgede hangi parti olursa olsun asıl endişe edilmesi gereken katı devletçi anlayışa sahip olan zihniyet mekanizmalarıdır.
Türkiye’de ve dünyada küresel tartışmalar ile gözden kaçırılmaya çalışılan asıl gerçek; küresel sermayenin yerli sermayenin rekabetine yönelik bir takım hesapların varlığının su yüzüne çıkarılma endişesidir. Onlar endişe ede dursunlar, sis perdeleri açıldıkça anladık ki; ne yaptığını çok iyi bilen ve elindeki kozlarını çok iyi kullanan bir küresel güç var karşımızda. Bu meseleyi anlamasına anladıkta, fakat küresel güçler hiç bir şey olmamışçasına siyasi kartlarını ülke içindeki radikal gruplar ya da marjinalleri bahane ederek oyununu oynamaya devam ediyor ve Türkiye’nin elini kolunu bu şekilde bağlıyabiliyor da. Son otuz yılı aşkındır terörle yatıp terörle uyanmamız bunun tipik göstergesi zaten. Her an, her saniye balans ayarı yapılan ülkeyiz, ayarlayan düzeye gelemedik maalesef.
Velhasıl; görünen köy klavuz istemezde.

Hakkında: dedekorkut1

İlginizi Çekebilir

Surelerin Sıralı Olarak Listesi

Surelerin Sıralı Listesi Namaz Surelerinin Sıralanışı Kuranı-ı Kerim’de Fatiha suresinden Nas suresine doğru bir sıralama …

Bir Cevap Yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir