HAYVANLAR ÂLEMİ
ALPEREN GÜRBÜZER
PİRE
Adı: Pire
Konakladığı mekân: Yer döşemelerinin çatlakları, ev iş yerlerinin birçok yerleri ve canlıların üzeri.
Yiyecekleri: Hayvani artık, deri pulları ve kan.
Üremeleri: Dişiler hangi optimal şartlarda olursa olsun hemen hemen her yere yumurtalarını bırakabilmektedirler.
Bir canlının kokusunu hissetmeye dursun ansızın bir sıçrama hareketleriyle derhal o canlı üzerinde ki deri döküntüleriyle birlikte kanını emerek beslenmenin zevkini çıkarmaktadır. Yani en biricik işleri kan emmektir. Hele bir sıçrayışları var ki kendi fiziki boyunun elli katı mesafe kat etmekle kalmayıp takla bile atabiliyorlar. Takla atarken es kaza düşse bile elastiki yapı özelliği sayesinde zerre miskal incinmezler. Zaten yan kısmının yassı oluşu konakladığı canlının kılları üzerinde kızak misali kayıp gezinmesine büyük bir avantaj sağlamakta. Her ne kadar dış gözümüzle fiziki yapıları ayırt edilmese de mikroskop altında tüm azaları görülebilmektedir. Mikroskobik incelemeler sonucunda; ön ve orta bacak eşlerinin kısa, arka bacaklarının ise uzun olduğu, her şeyden öte kanatsız grimsi kahverengi bir küçücük canlı olduğunu fark ederiz.
Dişi pirelerin bıraktıkları beyaz yumurtalar o kadar küçük ki siyah bir kumaş üzerinde bile fark etmek zordur diyebiliriz. Malum larvalar düştükleri yerde biriken tozlarla beslenmekteler. Tabii bu arada daha henüz yavru oldukları için ilk etapta kan emici değildirler. Olsun Rabbül âlemin onu bu haliyle bile rızklandırmakta ve yassı bir ipek kozasının içerisinde pupa halde büyütüp belli bir müddet saklı tuttuktan sonra olgunlaşma dönemine doğru “Enginlere sığmam taşarım” misali kozayı yırtacak ilhamı veriyor. Böylece kendini kozadan dışarı atabilmektedir. Artık hayata sıçrama zamanının geldiğini fark eden pire bu noktadan sonra rahatlıkla kan emecek düzeye gelmiş demektir. İşte bu durumda yolun açık olsun demek düşer bize. Madem Allah insana yürü kulum diyor, o halde pire yürümek bir yana sıçrıyor da.
Demek ki, pireler omurgasız ve kan emerek beslenen kanatsız böceklerdir. Çıplak gözle görülmese de vücudunun alt kısmında toplam altı tane ayakları olup, bu sayede kendi vücut uzunluğunun 200 katı zıplayabiliyorlar. Keza söz konusu bu böceklerin tüm fiziki unsurları çıplak gözle görülmese de mikroskop altında iyi incelendiğinde baş kısmında 2 adet keskin göz, kendi aralarında iletişimi sağlayacak antenler, ayakuçlarında çengel ve vantuzların varlığı görülecektir.
İnsanların zaman zaman pirelenip kaşındıklarına şahit oluruz. Çünkü gerek büyük baş hayvanlar ve gerekse bizler kaşınırken onlar afiyetle kanımızı emmekteler. İşi bittikten sonra da yumurtasını bırakıp çekilmekteler. Böylece bulaşıcı bir hayvan olarak onları her an ensemizde hissederiz. Dolayısıyla mümkün mertebe pireli ortamlardan uzak kalmakta fayda var. Gerçi günümüzde pireye karşı birtakım kimyasal dezenfektan veya ilaçlama uygulamaları sayesinde etrafımızda pirelenen insan pek göremez olduk. Şurası bir gerçek onlar daha çok evcil hayvanlar vasıtasıyla bize bulaşmakta. Derken birçok hastalıklar onlar vasıtasıyla vücudumuza sirayet etmektedir. Hatta hiç tahmin edemeyeceğimiz bir şekilde hemen hemen her yere zıplayıp yatak yorgan dâhil evimizin her alanına veya kuytu yerlere bıraktığı yumurtalar yoluyla neslini devamlı kılmaktadır.
Dünyanın her tarafında 1500 kadar pire türünün olduğundan dem vurulmaktadır. Bu türler arasında kan emenler olduğu gibi farklı bir şekilde beslenenleri de var. Nitekim su piresi ve pamuk piresi bunların tipik bir misali olarak karşımıza çıkmaktadır. Yani birçok tür hem bitkisel hem de su da yaşayan organik maddelerle beslenmektedirler. Belki de bizler onları kan emen bir böcek olduğuna odaklandığımızdan karnının altında bulunan deliklerden hem ses dalgaları yaydıklarını hem de sadece yüksek frekanslı sesleri işittiklerini gözden kaçırmış oluyoruz. Oysa asıl üzerinde durulması gereken mucizevî olay bu olsa gerektir. Her ne kadar insanlar kendi aralarında tartıştıklarında; “Pireyi deve yapma” deseler de meğer en az deve kadar birçok özelliklere sahip yaratıklarmış.
GÜVE
Bir tür böcek ve kurtçumsu minicik kelebek hayvanlardır. Dıştan bakıldığında kanatların donuk olduğunu sanırız. Fakat mikroskop altında incelendiğinde harika bir sanat eseri karşısında olduğumuzu fark ederiz.
Genelde beslendikleri yerler odun, kumaş ve kürk üzeridir. Bu yüzden tırtılları mağaza ve ambarlarda büyük zarara yol açmaktadır. Bir gün elbise dolabınızı açtığınızda raflara katlayıp dizdiğiniz birçok yünlü elbiselerinizin deforme olduğunu gördüğünüzde eve hırsız mı girdi diye sakın şaşmayın. Biliniz ki bu başınıza gelen durum büyük bir ustalıkla kemirip kendisine ziyafet çeken güvenin açtığı işten başkası değildir. Hatta elbiselerinizi silkelediğinizde uçuştuklarını bile görmek mümkün. Sadece elbiseleri kemirseler yine iyi, yünlü halılarımıza bile musallat olabiliyorlar. Dolayısıyla kürklerinizi, kumaşlarınızı sık sık fırçalamanın yanı sıra gerektiğinde her mevsim havalandırmakta fayda vardır. Ayrıca dolaplarınıza veya sandığa kâfurun, naftalin gibi tozları da koymayı ihmal etmemeniz gerekir.
Güveler aynı zamanda tarla ve ambarlarda ki buğday ve mısıra da zarar vermektedirler. Özellikle yazın dişi kelebeklerin başaklar üzerine bıraktıkları yumurtalar bulaşmanın ilk adımını teşkil etmektedir. İkinci adımı yumurtadan çıkan tırtıl evresi olup, bu evre de içinden çıktıkları yumurta kabuğundan beslendikleri gözlemlenmiştir. Derken beslenme sırası başaklara gelip, böylece başak tanelerini içten içe kemirerek yemektedirler. Üçüncü adım ise tahılların hasat edildiği dönemde tırtılların verdiği ikinci dölün ambardaki danelere yerleşmesiyle gerçekleşmekte. Şayet ambarlar yerleştirilen buğdaylar birtakım kimyasal dezenfektanlarla muamele edilmezse yediğimiz her ekmek sağlığımız için tehdit oluşturabiliyor. Demek ki neslini devam ettirebilmek adına güveyi yaratan Allah, önce güveyi yumurta halinde, sonra tırtıl, daha sonra kanatlı bir kelebek halinde elbise, un, makarna, erişte ve kuru üzüm gibi gıdalar üzerine salıvermektedir. Niye salınıyor demeyin. Zira yaratan böyle murad etmiş, dolayısıyla kula düşen hikmetinden sual eylememesidir.
Birde ipek böceği güvesi var ki minicik boyuna rağmen koku alma konusunda onun üstüne böcek yoktur diyebiliriz. Nitekim Rabbül âlemin onu iki duyarlı antenle donatmasıyla birlikte bu rekor ona has kılınmıştır. Öyle ki bu donanım sayesinde dişisinin kokusunu 12 kilometre uzaklıktan bile hissedebiliyor.
PEYGAMBER DEVESİ(Mantidae)
Böcek türü familyadan bir hayvan olup, onu hep peygamberdevesi olarak biliriz. Genellikle yaşadıkları yerler tropikal ve subtropikal bölgeleridir. Tip olarak kafası üçgen yapıda, antenleri ince kıl gibi uzun, bacakları birbirine ilaveli eklemlerle eklenen biri dikenli, iki uzun parçalı, vücudu ise uzun ve ince yapılı görünümdedir. Avını yakalayacağı zaman ayaklarındaki iki uzun parçasını kıskaç hale getirip o şekilde kıskıvrak avlamaktadır. Aynı zamanda kamuflaj olma özelliği sayesinde gezindiği yerlerdeki doğal renginden ziyade kendini daha çok çiçeğe benzetip hem düşmanından korunur, hem de gerektiğinde avının tuzağa düşürmek için renkten renge girebiliyor. Bazen öyle oluyor ki liken ve parlak çiçek renginin dışında karınca kılığına girerek bile avını avlayabiliyor. Kıskaçlarını kullanmadan önce pür dikkat hareketsiz bir vaziyette avını gözetleyip, daha sonra emin olduktan sonra ön kısmı kalkık halde bacaklarını kıskıvrak bir şekilde avına yapıştırmaktadır. İşte kalkık vaziyetteki pozisyonu dua eder gibi görünmesinden olsa gerek, insanlar haklı olarak ona peygamber devesi demişlerdir. Olsun avı için dua edermiş gibi görünse de en doğrusunu yaparak fiiliyatıyla gıdasına kavuşabilmekte. Derken daha çok karınca, hamam böceği, sinek vs. böceklerle kendine ziyafet çekmektedir. Ayrıca Peygamber develerinin yamyamlık özellikleri de var. Şöyle ki; çiftleşme anında dişiler erkekleri bile yemekteler. Hatta erkeğin kafası koparılsa da her halükarda çiftleşme gerçekleşebiliyor. Yumurtaları ise ya ağaç kabukları, ya da çalılar üzerinde olmaktadır. İlginçtir bunlar aşırı derecede obur hayvanlar olarak ta dikkat çekmekteler. Dolayısıyla yediği besinler zehirli de olsa midesi kaldırabiliyor. Çiftçiler tüketici yönlerini bildiklerinden tarlalarda zararlı haşerelere karşı yumurta keselerinden faydalanırlar. Böylece haşerelerin hakkından geldiklerinden çiftçilerin yüzü aydınlanmaktadır. Keza bu hayvanlar yumurtalarını titizlikle muhafaza etmek içinde kuyruk üzerinde ipeğe benzer bir köpükle sert bir duvar örmekteler. İşte bu sert duvarlar arasında dizili olan ceviz büyüklüğünde ki yumurtadan çıkan yaklaşık 350 civarında yavru, yaz mevsimiyle birlikte hayata merhaba diyerek işe koyulurlar.
AĞUSTOS BÖCEĞİ
Özellikle bunlar sıcak bölgelerin gözde tombulsu çalgıcı böcek hayvanlarıdır. Belki inanmayacaksınız, ama gerçek. Türkiye’de 4 yıl, Amerika’da bir türü ise 17 yıl toprak altında uyuduktan sonra hayata merhaba demekte. Dile kolay 17 yıl. Bu olay Hz. İsa (a.s)’ın havarilerini hatırlatmaktadır. Zira havariler 300 yılı bir aşkın sürede mağarada uyuduktan sonra mucizevî bir olayla hayata dönmüşlerdi. Ağustos böceği 17 yıl sonra gözünü açsa bile beş haftaya kalmaz her fani gibi o da yaz sonu çiftleştikten sonra hayata veda edecektir elbet. İşte o beş haftalık kısa bir zaman dilimi neslinin devamına yetiyor artıyor da. Şöyle ki; dişi ağustos böceği keskin uçlu uzantılı borusuyla yumurtalarını ağaçların genç sürgünleri üzerinde sondalama yaparak yumurtalarını oydukları kısma yerleştirirler. Hatta Yüce Allah yavrularının ağaç oyuğundan çıkmasına mani olmasın diye hortumlarını keskin donanımlı yaratmış ki gagalarıyla tırpanladığı ağaç filizleri yeniden filizlenmesin. Böylece altı hafta sonra larvaların çıkması sağlanmaktadır. Larvalar da tıpkı annelerinin bir zamanlar yaptığı gibi önce kendisine uygun ağaç kökü bulmanın akabinde köke yapışıp öz suyunu emmektedir. Daha sonra kazıcı ön ayaklarıyla toprağı kazıp 17 yıllık bir hayat evresini geçireceği yerde erginleşene kadar uykuya dalarlar. Sonrası malum topraktan haşir misali gün yüzüne çıktığının akabinde ağaç gövdesine tırmanıp kabuğunu değiştirmesiyle birlikte içerisinden zayıf yapıda çift kanatlı bildiğimiz havadan uçuşan nağmeleri eşliğinde rengârenk ağustos böcekleriyle karşılaşırız. Evet, Yüce Allah’ın larvanın ağustos böceğine dönüşmesi dâhil tüm 17 yıllık bir safahatın karşılığı olarak biz aciz kullara zikre dalış ötüşlerini dinletme lütfünde bulunması başlı başına bir ömre bedel olaydır zaten. Derken 5 haftalık konserden sonra annesi gibi bir ağaç dalına yumurtlar ve böylece ömrünü bu şekilde tamamlayarak “Ya baki entel baki” dercesine ötelere göç eyler.
İPEK BÖCEĞİ
Adı üzerinde ipek böceği, ama o aslında narin bir kelebektir. Şöyle ki kendisini savunmak adına ördüğü ipek kozası sayesinde bu adı almıştır. Çünkü koza kendisinin salgıladığı sıvı maddesi sayesinde oluşmaktadır. Bu durumun farkında olan üreticiler önceden hazırladıkları beyaz kâğıtların üzerine her bir kelebeğin 450–500 civarında yumurta yumurtlamasını sağlamaktadırlar. Derken yumurtalar kuluçka makinesine alınıp 20 gün içerisinde belirli ısı şartlarında larvaya dönüşürler. Artık bu noktadan sonra larva yumurta kabuğunu kırarak beslenme devresine geçiş yapar. İşte bu devrede dışarı çıkan larvaların her biri iki üç saatte bir taze dut yaprağı ile besiye alınırlar. Böylece 1,5 ayın sonunda büyüme ve gelişim devresini tamamlamış olan larvalar yaklaşık 7,5 santim boyunda pupa haline terfi ederler. Pupa konumdayken ayakları olmadığından hareketsizdirler. Olsun, onu bu halde bile koruyan bir donanım vardır elbet. Nasıl donanım derseniz, gayet kolay. Zira pupa, koza örerek kendisini korumayı bilecektir. Tabiî o bu işi koruma adına yaparken ördüğü ipeklerin tekstil sanayinde paha biçilmez bir iplik olacağını bilemeyecektir. Varsın bilmesin, kendisi bilmese de hem Halik biliyor, hem kul. İnsanlar bu aşamada özel olarak diktikleri bir çöp veya ağaç filizine tutunacak tertibatı ihmal etmezler. Onlar biliyorlar ki pupanın üst dudak deliğinden çıkan salgının havayla teması sonucunda zamklaşmasıyla birlikte tutunduğu dalın etrafını tel tel dolamaya başlayacaktır. Böylece üç gün içerisinde pupa kozasını sonlandırmış olur. Her çilenin sonunda bir aydınlık vardır ya, aynen öyle de koza aşamasından sonra sıra artık kelebek olma zamanıdır. Ancak ne var ki çiftçiler buna geçit vermezler. Çünkü kozadan çıktıkları andan itibaren ördüğü ipekleri parçalayıp koparacaklardır. Dolayısıyla bu aşamada koza halde fırına verilirler. Çiftçilerce sadece pupaların çok az bir kısmı kelebek olup yumurtlasın diye alıkonulmaktadır. Bunun dışındakiler fırında veya sıcak su buharında öldürülürler. Derken fırınlamaya verilen kozalar açıldığında makaralara sarılan bir kozadan takriben 1000 metre uzunluğunda iplik elde edilir. Meğer Çinlilerin yıllarca sır olarak sakladıkları ipek kumaşı, ipek böceğinin kozasında gizliymiş. Fakat gün geldi sır zır olunca tekstil dünyasının yüzü aydınlanıverdi. Onlar sevine dursunlar biz onun önce yumurta halinden larva haline geçişine, dut yaprağından nasıl beslendiğine, bundan da öte insanların hayrına ipek yapmayı nasıl öğrendiğine, sonra da kanatlanıp nasıl kelebek olduğuna hayranız. Dahası tüm bu başkalaşım evrelerini ilham eden Allah’a hayranız.
KELEBEK
Tırtılın bir gün kelebek haline dönüşeceğini çoğu kimse kestiremez. Çünkü ikisi arasında bayağı fark vardır. Biri kanatsız bir solucanı andırır, diğeri ise rengârenk kanatlı uçuşan bir küçücük böcek durumundadır. Dişi kelebek sanki bir yerden emir almışçasına erkek kelebek tarafından döllenmiş yüz veya birkaç bin arasında yumurtasını yaprağın yanına bırakmaktadır. Bırakması da gerekir. Çünkü neslin devamı için buna mecburdur. Daha henüz tırtıl larva aşamasındayken vaktaki güç kazanır o gün geldiğinde yumurta kabuğunu kırıp kurtçuk halde dışarı çıkmaktadır. Peki, dışarı çıkınca ne olacak. Tabii ki ilk iş hemen yanı başında bulunan yaprakları yiyerek kendini beslenmeye almak olacaktır. Özellikle dut yaprağı birinci derecede tercihi olup zaman içerisinde alt dudağının altında dökülen salgı bezinden çıkan sıvımsı ipek maddesi iplik şekline dönüşecektir. Böylece ipek ipliği ile yaprağa tutunarak vücudu etrafında kendine bir ağ örmektedir. Ki; bu ördüğü ağ ona koza olmaktadır. Derken koza içerisinde bir takım değişimler geçirdikten sonra pupa (krizalit) devresine adım atılır. En nihayet aylar süren bir süreç sonucunda izleyenleri mest eden renkli kanatlı kelebeğin kırlar veya bayırlarda çiçekten çiçeğe dolaşıp uçuştuğuna şahit oluruz. Tırtıl bile yaprağın üzerinde sürünürken bir gün gelip kuş gibi uçacağını kendisinin bile inanmayacağı bir uçuşa geçmektedir. Şimdi o “Bir zaman yumurtaydım, sonra tırtıl, daha sonra koza ve en nihayet herkesin gıpta ile seyrettiği ve etrafa neşe katan bir kelebeğim” diye övünse yeridir. Onların en ilginç yönlerinden birisi de inci bir hortumu vasıtasıyla bitki sularını içmesidir ki, buna mecburdur. Çünkü onu yaratan çene ve gagadan mahrum yaratmış, ancak hortumuyla önce konduğu çiçeği kontrol etmekte ardından da gereken beslenmesini temin edip Yaratana şükretmekte.
ATEŞ BÖCEĞİ
Geceleyin kırda bayırda dolaştıysanız bir anda etrafınızda boşlukta dalga dalga bir ışığın parladığını görmüşsünüzdür. İşte o ışık saçan fener ateş böceğinden başkası değildir. İlginçtir böceğin vücuduna giren oksijenin sinirlerle reaksiyona girip, daha önceden var olan böceğin karnında ki beş çeşit kimyasal maddeyle sentezlenince etrafa ışık saçmaktadır. Bu ışık sadece etrafı aydınlatmakla kalmayıp, aynı zamanda erkek ve dişi ateş böceklerin kendi aralarında irtibatı sağlayan bir iletişim şebekesi işlevi de yapmaktadır. Böylece bu işaretleşmeler sayesinde izdivaçları gerçekleşmiş olur.
ELMA KURDU(Sinek)
Yuvasız hayvan olmaz elbet. Çoğu hayvan kendini korumak adına kendi çapında yuva yapma için uğraşıp dururken, öylesi var ki; hiçbir zahmete katlanmadan kendini tatlandırılmış bir ortamda bulmanın zevkini yaşamaktadır. Sözünü ettiğimiz şey sineğin başlangıç evresi olan elma kurdundan başkası değildir. Belki yazın elma ağaçlarının etrafında uçuşan sinekler dikkatinizi çekmiş olabilir. Belli ki iş olsun diye uçuşmuyorlar. Dişi sinek olgunlaşmış elmanın üzerine konduğunda hemen vücudunun altında yer alan keskin tüpüyle delik açıp tüp içerisinde ki yumurtalarını elmanın içerisine şırınga etmektedir. Böylece yumurtalar bir süre sonra tıpkı bir çocuğun anne karnında dokuz aylık geçirdiği embriyolojik gelişmenin bir benzer başkalaşım evrelerini sergilemesiyle birlikte kurda dönüşecektir. Ta ki bu durum elma karnında zevki sefa içerisinde beslenip sonbaharla birlikte elmalar olgunlaşıp yere düşene kadar devam edecektir. Derken sonbahar onun için bir doğum günü olmaktadır. Anne karnında doğan çıplak çocuk misali dışarı çıktığında sürünerek toprağı için için oymaya başladığında yazlık hayatından kışlık hayatına göç eyleyecektir. Toprak bu noktada elma kurdu için ikinci bir ana rahimdir. Bu ikinci ana rahminde birtakım başkalaşım evrelerini geçirdikten sonra yaz mevsimi kabuğundan çıkmış halde sinek olarak karşımıza çıkmaktadır. İşte sinek dediğimiz canlı varlık aslında önce yumurta, sonra elma içerisinde kurt ve en nihayet toprak ana rahminden dışarı çıkıp havada uçuşan çift kanatlı bir hayvan demektir.
SİVRİ SİNEKLER
Sivri sinekler tıpkı tırtıllar gibi başkalaşım geçiren böceklerdir. Başkalaşım evrelerini ise dört safhada tamamlamaktadır. Yaz kış demeden hangi başkalaşım evresinde olursa olsun fark etmez her halükarda hem suda geçen yumurta, larva ve pup evrelerini, hem de karada geçirdiği olgunlaşma dönemini başarıyla tamamlayabilmektedir. Geçirmiş olduğu evrelerden de anlaşıldığı üzere az bir su gölcüğü onun bu aşamaları geçirmesine yetebiliyor. Fakat yinede her aşamasında bir takım şartların teşekkül etmesi gerekir. Mesela yumurtadan çıkacak olan yavrunun optimal sıcaklığa sahip bir ortam olması gerekir ki gelişebilsin. Aksi takdirde aşırı sıcak veya kuraklık yumurtaların oluşumunu sekteye uğratabiliyor.
Sivrisineklerin en belirgin özelliği insan veya hayvan kanı emmesidir. Ona kan emme ilhamını veren Allah, elbette sineğe parmağımızdan çıkan hararetin havada dalga oluşturmasından dolayı duyargası vasıtasıyla hemen fark edebilme donanımı da ihsan edecektir. Öyle de zaten. Bu arada sivri sinek kan emer emmez, kanın pıhtılaşmasını önleyecek sıvı çıkarmayı da ihmal etmez. İşte etrafımızda vızıldayarak uçuşmalarının sebebi hep bu kan içindir. Böylece rahat bir şekilde kendine ziyafet çekmektedir. Aynı zamanda bu sesler erkek ve dişi sivrisinekler arasında çiftleşme melodileri olarak ta değerlendirilmelidir. Şurası muhakkak sivri sineklerin bitki ve meyve sularını emerek beslenen türleri de mevcuttur.
Sivrisineklerden hoşlanmamız gayet tabiidir. Çünkü sarıhumma, fil hastalığı ve sıtma gibi hastalıklar onun vasıtasıyla bulaşmaktadır. Neyse ki virüs kaynaklı hastalıklar bunlar tarafından taşınamamaktadır. Bu yüzden buna da şükür demekten başka ne diyebiliriz ki.
Birde karasinekler var ki; Yüce Allah üç bacaklı ve ayaklarında iki tırnak olacak şekilde yaratmıştır. Ayakları sayesinde tavanda bile gezinebiliyorlar. Belli ki minicik ayak tırnaklarına yerleştirilen yapışkanımsı madde eşliğinde her tür zeminde yürüyebiliyorlar. Bunlarda tıpkı sivrisinekler gibi mikropların barındığı yerlere konması dolayısıyla birtakım hastalıklara davetiye çıkaracak şekilde gezinip duran hayvanlardır. Bu yüzden onların bulunduğu ortamlarda açıkta yiyecek bırakmamakta sayısız faydalar var elbet. Neyse ki onlarla iç içe yaşamamıza rağmen yine de pek sık hastalanmayız. Allah-ü Teala söz konusu sineklerin kanatlarının birini panzehirli yaratması hasebiyle diğer kanadıyla taşıdığı zehir etkisiz hale gelebiliyor. Bu yüzden Peygamberimiz (s.a.v) yemeğe düşen bir sineğin tamamının batırılması noktasında tavsiye buyurup, böylece 1400 yıl öncesinden sinek kanatlarından birinin panzehir olduğuna işaret etmiştir. Ki; İbnu Mace’de Ebu Saidi’l Hudri (r.anh)’tan rivayetle; “Sineğin iki kanadının birinde zehir, diğerinde şifa vardır. Eğer bir tarafı yemeğe düşerse, onu içine iyici batırın (sonra çıkarıp atın). Çünkü o, önce zehri (kanadını banar), şifa(lı kanadı) geri bırakır” diye buyrulmuştur.
KARINCALAR
Sosyalleşmeden bahsederiz, ama her nedense bir türlü karınca misali sosyal olamıyoruz. Zaten karıncalardan yeteri kadar ders alabilseydik, belki de sosyal hayatımız kararıp solmayacaktı. Üstelik karıncalar küçük varlıklar olmasına rağmen vücutlarının 50 kat üstünde yük kaldırabiliyorlar. Çünkü yaptığı işi severek yapmaktalar. Keza bir insan da yeter ki işini sevsin birçok işi yapacak düzeye gelebiliyor. Karıncalar kemiksiz zayıf yaratıklar olarak görünse de yaptığı işlere bakınca güçlü varlıklar olduğu ortaya çıkmaktadır. Bir kere kendi aralarında iş bölümü yapması onları daha da güçlü kılmaktadır. Düşünsenize dünya üzerinde 10 bin çeşit karınca türünün hemen hepsi küçük yapılı olmasına rağmen güçlü çene yapılarıyla sert yiyecekleri bile parçalayacak güce sahiptirler.
Öyle karıncalar var ki; kendi dışında bir takım hayvanlardan istifade edebiliyorlar. Mesela Aphide ve Coccid diye bilinen obur minicik böceklerden bir inekten süt sağar misali emip beslenmekteler. Hatta bazı karıncalar bitki biti diye bilinen böceğin suyundan (şekerli bal özü) en iyi şekilde yararlanıp toplayabiliyorlar. Yani geçimlerini hayvancılık üzerine kurup yaprak biti ve yeşil sinek yetiştirmekle ünlüdürler. Özellikle sonbahar mevsiminde bitki bitleri yeraltında karınca yuvalarına taşınmakta, ilkbahar geldiğinde ise bitki bitinin yumurtasından yumurtalar çıkmasıyla birlikte yavru bitler otların köklerindeki odalara aktarılırlar. Tabii bu iş burada bitmez. Ta ki mısırlar filiz verene dek mısır bitleri en çok hoşlandıkları mısır köklerine nakledilirler. Böylece karıncalar emeklerinin karşılığı olarak onlardan kendilerine bal toplamış olurlar. İşte bu yönüyle dikkat çeken karınca ve bitki kökleri arasında ortaklaşa işbirliğine dayalı düzenin en canlı şahidi konumunda olan bahçıvanlar; bu tip bitki böceklerine karınca ineği demişlerdir. Bahçıvanlar gayet iyi biliyorlar ki sıvı damlalarını toplayan karıncalar olmasa yapraklara çiğ misali düşeceklerdi. Bu yüzden bahçıvanlar karıncalara teşekkür borçludurlar. Bundan da öte karıncalar bit sayesinde hem kendine hem de diğer karıncaların beslenmesine vesile olmaktadırlar. Aynı zamanda karıncalar bitleri kendi yuvalarında konuk etmekle kalmayıp onları kışın ayazında korumanın yanı sıra bahar yaklaştığında otlanmalarını veya güneşlenmelerini de sağlıyorlar. Hatta güneşlenen yumurtaların çatlayıp neslinin devamına yardımcı olmaktalar.
Peki, bitki bitinin yumurtası olur da karıncanın olmaz mı? Elbette olur. Mesela bir kraliçe beyaz karınca var ki; günde 30.000 yumurta bırakmaktadır. Nasıl oluyor demeyin. Onu yaratan beyaz karıncanın profilini yumurtası içerisine kodlamış. Dile kolay 30.000 yumurta, sene hesabına vurursak rakamlar daha da büyüyecektir. Doğa doğa diye tutturanlar bu sayı karşısında belli ki tabiat içerisinde boğulmaya mahkûm kalacaklardır. Bizler ise Yaratıcının kudreti karşısında bir kez daha şükrümüz artacaktır.
Güney Amerika’nın bazı bölgelerinde öyle karıncalar var ki; meyve bahçeleri veya koruları istila etmeleriyle birlikte yaprakları bir bir kıyıp gübre haline getirirler. Bu arada yuvalarına dönüşü sırasında beraberinde taşıdıkları şemsiye tarzı yapraklar üzerinde minicik karıncalar dikkat çekmektedir. İşte bu yüzden onlara şemsiyeci karıncalar denilmektedir. Derken yolculuğun sonunda güçlü çeneleriyle taşıdıkları yaprakları iyice çiğneyip yumuşak bir hale getirdikten sonra mağaralara sermenin mutluluğunu yaşarlar. Böylece emeklerinin karşılığında yetişen mantarlar karıncaların beslenme kaynağı olur.
http://www.facebook.com/pages/Alperen-G%C3%BCrb%C3%BCzer/141391522610124?sk=info
HAYVANLAR ALEMİ-2
ALPEREN GÜRBÜZER
ÖRÜMCEK
Örümcekleri gören sanır ki uysal hayvanlar, aksine saldırgandırlar. Hatta birbirlerine bile dalaşıverirler. Bu yüzden onları bir arada görmek pek mümkün olmamaktadır. Yani bizim anladığımız manada onlarda aile olma durumu yoktur, aksine bireysel yaratıklardır. Hatta dışarıdan bakınca cinsiyetini belirlemek çok güçtür. Çünkü testisleri karın boşluğuna gizlenmiştir. Hayat süreleri ise 15 ayla sınırlıdır. Yüce Allah beslenmeleri için halk ettiği örümceğin vücudunun arka bölümüne bez yerleştirdiği gibi kendisini saklaması için de yuvasını kurma ve avlarını kuşatmaya elverişli sıvı maddesi (ipek meydana getiren sıvı) yaratmış. Bir kısım örümcekler var ki avlarını sıçrama hamlesi ile avlamaktalar, bir kısım türlerde var ki ördükleri ağları vasıtasıyla tuzağa düşürmekteler. Öyle ki istirahata çekilmiş olsalar bile ördükleri ipliğin titreşimleri sayesinde ağa düşen her avdan anında haberdar olabiliyorlar. Genellikle çekirge, sinek ve eşek arısı gibi böceklerin ayaklarına tellerin dolanmasıyla ağa düşmesi bir olup durumdan kazançlı çıkan örümcek olmaktadır. Derken kendine ziyafet çekmektedir. Hatta bazı türleri var ki bunlar sadece böceklerle yetinmeyip küçük kuşlar, amfibyum ve sürüngen gibi yaratıklarda avları arasına girmektedir. Sonuçta hangi türden olursa olsun, genel itibariyle örümcekler kıskıvrak yakaladığı avını çıkardıkları zehir salgısıyla anbean felce uğratabiliyorlar. Hatta felç haline getirdiği avını adeta bir limon gibi sıkıp şiraze haline getirdiği sıvıyı emmek suretiyle kendine ziyafet çekmektedir. Ziyafetin ardından içi boş bir kabuk kalmakta olup, onu da dışarı uygun bir yere atmaktadır. Örümceğe ve onun yaratılışında sırra bak ki tuzak ve hile ile avını alt edebiliyor. Ağızları güçlü olmamakla birlikte, neyse ki 8 bacağında zehir içeren kancaları sayesinde buna ihtiyaç duymamaktadır. Çünkü söz konusu çengeller avını delmeye ve akıtmaya fazlasıyla yetip, deldiği yerden zehri sızdırıp avını şaşkın hale çevirebiliyor.
Bildiğimiz böcekler altı bacaklı olmasına rağmen örümcekler böyle değildir. Bilakis onlar sekiz bacağı olup kanatsızdırlar. Hatta antenleri de yoktur. Fakat bu işi üstlenecek ağzın uç kısmında bulunan pedipalpler var. Pedipalp bacağa benzediğinden dolayı bunlara duyu bacakları denmektedir. Peki, ne işe yarar derseniz, elbette ki duyu bacakları iletişimi sağlamakla kalmayıp, bilhassa üreme zamanı biriken spermaların transferinde çiftleşme organı olarak ta vazife görmektedir. Bu durumda erkek örümceğin pedipalpi spermalarla dolduğunda dişi aramaya koyulacağı muhakkak. Fakat dişi arayım derken canından olmakta var. Bu yüzden tedbir babından izdivacının başlangıcında sevgi gösterileri sahnelemeyi ihmal etmezler. Bu sevgi şovuyla ilk evvela dişinin açlığını unutturmayı hedefleyip, mümkün mertebe dişiden uzak kalarak döllenmeyi gerçekleştirmek ister. Çünkü yakın kalmakla işin sonunda yakayı ele verme riski de söz konusudur. Hatta yanında bulundurduğu böceğe de ikram edip yaklaşmayı dener, ama sevgi dansından bitap düşen erkek örümcek her şeye rağmen yine de avlanmaktan kurtulamamaktadır. Tabii bu arada kaçmayı başaranlar da var. İster yakalansın isterse yakalanmasın sonuçta biriktirdiği spermalar vasıtasıyla vuslat gerçekleşir de. Derken döllenen yumurtalardan 20–60 gün sonra çıkan yavrular hayata adım atmış olurlar. Anne örümcek yavrularına o kadar şefkatlidir ki onları babasından mahrum bir vaziyette sırtında taşımakta bile. Solunumları ise deri kıvrımı görünümdeki kitap akciğerleri vasıtasıyla gerçekleşmektedir.
İlginçtir örümceklerin kılcal damarları yoktur. Dolayısıyla açık dolaşım sistemine sahiptirler. Bu arada ördükleri ağlar zaten üçgen, dörtgen ve trapez şekillerde harikulade şaheser niteliğinde. Tabiî ağ örmeyen cinsleri de mevcut. Ağ ören örümcekler malum, karın altlarında üç çift ağ organları ile dikkat çekmektedirler. Hatta bu üç organında dışarıya çıkışını sağlayan minicik kapılar mevcuttur. Karınlarındaki salgı bezlerden salgılanan sıvılar bu minik kapılardan çıktığında havayla teması neticesinde sertleşerek ağ iplikleri oluşmaktadır. Böylece çıkış deliklerden çıkan telleri örme işi bu noktadan sonra kendilerine düşmektedir. Bunu nasıl yapıyor derseniz önce kendine uygun bir yer seçerek gerçekleştirmektedir. Bu seçtiği yer bir ağacın uç noktası veya bir odanın tavanı da olabilir fark etmez, bir şekilde ağının ucunu yapıştıracak bir yer her halükarda bulabilmektedir. Sonra konakladığı yere bağladığı ağın ucunu yapıştırıp bacaklarıyla iyice presleyip ağ akışının devamını sağlar sağlamaz kendini boşluğa bırakır, daha sonra da her bir incecik teli toplayıp dokuma sanayine taş çıkartacak türden nakış nakış dairevi şekillerde örmeye başlar. Böylece ördüğü ağın iskeleti ortaya çıkmış olur. Derken ördüğü ağ üzerinde ayaklarının altındaki çengeller ve vücudunun yağlı olması sayesinde yapışmadan rahatlıkla kayık misali süzülüp gezintide yapmaktadır.
Demek ki ağ hem bir harika sanat eseri hem de av yakalamak için iyi bir kapan. Bir sinek ağa konmayı versin anında örgü ağına yapışıp vaziyette kendisini ağın ortasında bulmaktadır. Böylece tuzağa düşmüş sineğin çırpınışları örümceğin zehirlemesiyle son bulmaktadır.
Hazır örümcekten söz etmişken Sevr mağarası kıssasını da bu arada zikredebiliriz pekâlâ. Şöyle ki;
Müşrikler Peygamberimizin öldürülmesini bile göze alacak kadar ölçüyü kaçırmışlardı. Cibril Emin Rasulüllah’a durumu vahiyle haberdar ettikten sonra Allah-ü Teala İsra suresinin 80. ayetini kalbine şöyle vahy etti:
—Ey Rabbim, beni dürüst bir girişle yeni yurduma girdir. Dürüst bir çıkışla yurdumdan çıkar. Kendi canibinden bana yardımcı olan bir delil ve güç ver.
Habib-i Kibriya Hz. Ali’yi çağırdı gelen vahyin talimatı üzerine ona:
—Ya Ali bu gece yatağımda benim yerime sen yatacaksın, dedi.
Kureyş Habib-i Kibriya’nın evini akşamüstü çembere almışlardı. Rasulüllah’da hane halkıyla vedalaştıktan sonra kapıyı açıp Yasin süresini okuyaraktan müşriklerin arasından geçerek hane-i saadetinden ayrıldı. Allah-ü Teala ayeti kerime de:
—Biz onların önlerine bir set… koyduk da onların üzerini örtüverdik. Artık onlar göremezler” diye beyan buyurdu.
Gerçekten de önlerinden geçtiği halde onu ne gördüler ne de bir sese şahit oldular. O Allah’ın ilahi koruması altında bir kelebek misali aralarından uçuverdi.
Şimdi Mekke onsuz öksüz. Öyle ki Medine yoluna koyulmadan önce doğup büyüdüğü topraklara son kez tutku gözlerle baktı. Ardında sıla hasreti kaldı sadece. Yani hicret kaçınılmazdı artık onun için.
Hz. Ebubekir Allah Resulünü bekliyordu ki birazdan geldiğinde birlikte Sevr’e yürümeye koyuldular. Mağaraya geldiklerinde yorgun düşmüşlerdi. Nebiyi Ekrem Ebubekir’in dizine başını koyarak uyumaya başladı, ama birazdan yüzüne düşen nazlı gözyaşı damlaları uyanmasına yetmişti bile. Rasululah Ebubekir’e baktı:
—Ya Ebubekir neler oluyor?
Hz. Ebubekir;
—Bir yılanın deliğinden çıktığını gördüm, sana zarar vereceğini düşünerekten ayağımla deliği kapatmaya çalışırken ayağımı ısırdı, canım yandı, bunun üzerine gözyaşımı tutamadım.
Allah Resulü tükürüğünü ayağına çalınca Ebubekir rahatlayıverdi, bir anda sızısı diniverdi.
Mağarada bunlar olurken Ebu Cehil başta olmak üzere Peygamberimizin evine girdiklerinde yatağında bulamamışlardı, onun yerine Hz. Ali yatıyordu. Ali’yi sıkıştırmaya başladılar:
—Derhal söyle, nerede O?
Hz. Ali (k.v):
—Geceleyin çıkıp gitti deyince, tez elden iz sürmekle meşhur Müdlic’e yüz deve karşılığında teklif götürülerek Rasulullah’ın ve Ebubekir’in izlerini iz sürerek ilerlemeye başladılar. Derken mağaranın kapısına kadar dayandılar. Bu arada Hz. Ebubekir’in rengi sararmıştı. Çünkü müşrikleri yakından görüyordu. Resulü Ekrem(s.a.v):
—Ya Ebubekir korkma! Allah bizimle beraber, dedi.
Müşrikler örümcekle örülmüş mağara girişini görünce:
—Baksanıza boşa vakit geçiriyoruz örümcek örmüş burayı deyip mağaranın kapısından döndüler. Bu noktadan sonra Ebubekir de rahatlamıştı. Kendisi için değil tabi, Resulü Kibriya’nın başına bir hal gelmemesi içindi. Nitekim derin bir nefes almıştı o an.
Sevr mağarasına üç gün boyunca Hz. Ebubekir’in oğlu ve hanımı tarafından yemek taşındı, iaşeleri giderildi. Ebubekir’in oğlu iman etmemesine rağmen hem oğul olarak görevini yaptı hem de sırrını sır bilip bu durumu saklamayı bildi de.
Mağarada geçen üç gün, aslında üç asra bedeldi. Zira o üç günün önemini Hz. Ömer’in şu sözlerinden daha iyi anlayabiliriz. Bakın Hz. Ömer diyor ki:
—Vallahi Ebubekir’in o mağarada bir gecesi Ömer’den ve Ömer ailesinden daha hayırlıdır.
Bu sözler gerçekten mağaranın mağara olmanın ötesinde bir başka anlamları çağrıştıran yönü olduğunu ortaya koyuyordu.
ARILAR
Geçim kaynakları bal olup koloni halinde yaşarlar. Öyle ki bir koloni de bir kraliçe, biraz erkek arı ve binlerce işçi arı vardır. Özellikle işçi arılar bütün gün topladıkları nektar ve çiçek tozlarını diğer işçi arıların yardımıyla bala çevirerek hem kendilerini beslerler hem de insanlara şifa kaynağı olurlar. Tabii tüm bunlar aralarında büyük bir iş bölümü sayesinde olmaktadır. İlginçtir arılar iğnesiyle soktukları canlının canını yakmakla birlikte akabinde birkaç saat içerisinde kendisi de ölmektedir. Fakat Kraliçe arı bundan müstesnadır. Çünkü o bir iğnesini bir kullanımlık kullanmakla ölmez. Dolayısıyla müteaddit defalar kullanma lüksüne sahiptir. Erkek arılar malum, onlar iğne sahibi olmasa da olur, iğneleri de yok zaten. Çünkü ihtiyaç duymazlar, yani hayat boyu asalak yaşamaktadırlar.
Adı: İşçi arı.
Cinsi: dişi.
Çiçek çiçek dolaşıp Allah tarafından yaratılmış hortumlarıyla ortalama 2000 çiçek üzerinde nektar toplamakla meşgul arılardır. Tabiî ki bal arısı önce kaynak keşfi yapıp sonra kendine özgü danslarıyla arkadaşlarına gideceği yerleri bildirir. Şayet konaklayacağı çiçek güneş yönündeyse (batı) kovanın üst kısmına doğru dikey hareket edecektir, yok eğer aksi istikamet (doğu) ise kovanın alt tarafından dans ederek start alacaklardır. Yani sabah başka, akşam başka uçuş yönü tatbik edip toplayacakları nektarlar için beraberinde heybeleri götürmeyi de ihmal etmezler. Yuvalarına döndüklerinde heybelerine doldurdukları nektarları 8 rakam görünümlü dans eşliğinde kovandaki bal kümeleri üzerine bırakmak üzere görevli işçi arılara teslim edilir. Böylece toplanan nektarların işleme alınması sağlanarak kovan içerisindeki arının salgıladığı özel bir kimyasal sıvıyla birlikte bala çevrilir. Kimi işçi arılar var ki; bunlar karınlarından sızan bal mumuyla altıgen şeklinde petek örmekle memurdurlar. Derken tıpkı bal imalatında olduğu gibi bal mumu da şifa kaynağı olarak hizmete sunulmaktadır.
Adı: Erkek arı.
Cinsi: erkek.
Kovanın içerisinde asalak halde yaşamalarına rağmen en önemli vazifeleri zifaf uçuşu sırasında kraliçe adayını döllemektir. Zaten zifaf sonrası misyonları sona erdiğinden dolayı işçi arılar tarafından hayatlarına son verilmektedir.
Adı: Kraliçe arı.
Cinsi: dişi.
Asıl görevi yumurtlamak olup neslin devamını sağlamaktır. Dahası yumurtladığı arılara da başkanlık yapmaktır.
Bilindiği üzere “tek taşlı” yabani arılar olduğu gibi mekânlarını kum ve çamurdan inşa eden arılar da var elbet. Mesela özellikle yabani arılar yuvalarını ahşap liflerinden kurarak kâğıt imalatının bitki liflerinden yapılacağı noktasında insanlığa rehber olmuşlardır. Bu yüzden Jacob Schaffer, yabani arıları ilk kâğıt üreten firmalar olarak ilan etmiş ve onların barınaklarında ki ilkel kâğıt ham maddesini kullanarak kâğıt yapmayı başarabilmiştir.
Bir yandan insanlar kâğıt sanayisinde ilerlemenin sevincini yaşarken, diğer yandan eşek arılar kâğıttan yapılmış yuvalar içerisinde hayata merhaba demektedirler. Bu harikulade kâğıt yuvalar kraliçe eşek arının büyük itina ile topladığı kıymıkların ağından saldığı tükürükle yumuşatılıp hamur haline getirilme işlemiyle gerçekleşmektedir. Böylece kraliçe arının başlattığı bu inşaat kimi zaman bir ağaç, kimi zaman yerin altı da olabilmektedir. Derken hamur tam kıvamını aldıktan sonra geometrik kurallara uygun tarzda en ufak kusura meydan vermeden mükemmel petek inşa etmeleri izleyenleri hayretler içerisinde bırakmaktadır. En nihayet peteklerin üzerine kâğıttan şemsiye kurup yumurtasını buraya bırakmasıyla birlikte bu faaliyet tamamlanmış olur. Yani kraliçe arı döllenmemiş yumurtaları erkeklerin odasına, döllenmiş yumurtaları da doğacak olan işçi arılar ile müstakbel kraliçe adayların koğuşuna yerleştiriverir. Zaten işçi arıların doğmasıyla birlikte kâğıt yapımı daha da hız kazanıp yuvalar şişirilmiş bir balon büyüklüğüne ulaşmaktadır.
TERMİTLER
Genellikle termitler otçul olup, tropikal iklimde sosyal işbirliğine dayalı bir hayat yaşarlar. Termitler sosyal olmanın yanı sıra tükürük ve diğer salgılarını toprağı yumuşatmak için kullanarak sade yuvalar veya köşkler inşa edebiliyorlar. Hatta şahika eser olarak inşa ettiği mekânlarda çocuk odasından tutunda kiler, nöbetçi odaları ve mantar yetiştirme odalarına varıncaya kadar her türden diyebileceğimiz bölmeler mevcuttur. Dahası hava dolaşımını sağlayacak tünellerden oluşan aircondition sistemi bile söz konusudur. Bunlar öylesine gökdelen yapmada mahirdirler ki Afrikalılar zaman zaman 6 metre uzunluğu bulan yuvalarını yıkıp içerisindeki malzemeleri tuğlaya dönüştürebilmekteler. Üstelik kendileri vücutça bir santimetreyi geçmeyecek kadar küçük, ama belki de dünyanın en savaşçı ve karıncaya benzer böceğimsi hayvanlar olarak dikkat çekmektedir. Her ne kadar beyaz karıncalar diye anılsalar da, onlar karınca cinsinden değil, bilakis hamam böcekleriyle akraba topluluklarıdır. Dahası en büyük düşmanları da karıncalardır zaten. Hele bir onların kolonisine düşmanları yanaşmaya dursun derhal ölümü pahasına da olsa adeta bir askeri manga halinde harekete geçip heveslerini kursaklarında bırakabiliyorlar. Bu arada termitlerin çok değişik tipleri olmasıyla birlikte imha yöntemleri cinsine göre değişebilmektedir. İlginçtir Afrika termitleri ustura tarzı dişleri sayesinde düşmanını parçalarken, Malezya termitleri de bir volkan misali patlayarak düşmanını sarı renkli bir sıvının püskürüğü altında boğabiliyor. Hakeza kuru tahta termitleri ise koloninin gerisinde baş kısmıyla delikleri tıkayıp, böylece düşmana geçit vermemekle ünlüdürler. Yine bir başka termit türü olan Afrika ve Güney Amerika’nın işçi termitleri de bağırsaklarından saldıkları püskürtücü salgı ile saldırganları bombardımana tutup onları alt edebilmektedir, ama akabinde birkaç saat içerisinde iç organları parçalanarak kendisi de bizatihi ölmektedir.
Adı: İşçi termit.
Yiyecek toplamakla meşgul termitlerdir. Keza yumurtadan çıkan yavru termitlerin bakımını da üstüne almışlardır. Aynı zamanda işçi termitler mimarlık işini de büyük maharetle sergileyip, yüksekliği 7 metreyi bulan toprak veya dışkılarından görkemli inşaatlar inşa edebiliyorlar. İşçi termitler kanatsız olup, bunlar asla yumurtlamazlar. Hiç şüphesiz bunların en büyük yardımcıları kolonideki küçük asker termitlerdir. Büyük asker termitler daha çok genç larvaları, kraliyet çiftinin barındığı kovan ile diğer bütün işçi termitlerin güvenliğini sağlamak misyonunu yüklenmişlerdir. Zaten bu koruma ve kollama görevi olmasa termit kolonileri her an düşman saldırılarına her an hedef olacaklardı. İyi ki de varlar. Büyük askerlerin kılıç gibi alt çene avantajlarının yanı sıra kendine özgü bir torbada muhafaza edilen püskürtücü sıvıları da mevcuttur.
Prof. Glen Prestwick araştırma grubu ve Andre Q. çalışmaları sonucunda termitlerin ısırma, fırçalama ve püskürtme tarzında üç temel savunma mekanizmalarının varlığını tespit etmişlerdir. Anlaşılan o ki ısırgan termitler düşmanın üzerinde yara açmakla kalmayıp, aynı zamanda yaraya zehirli bir madde de sürmektedir. Yine fırçalama özelliğine sahip bir termit üst dudağını fırça gibi kullanıp avının gövdesine zehir saçabiliyor. Keza püskürtme donanıma sahip bir termit ise itfaiyeci gibi davranıp düşmanının üzerine koyu bir zamk fışkırtmakla hünerdir.
Adı: Kral ve kraliçe termit.
Asıl görevi üreme işini üstlenip neslin devamını sağlamaktır. Öyle ki bu uğurda kral ve kraliçelerini bile hapsetmeyi göze alacak kadar duyarlı böceklerdir. Dahası kraliçe termit her üç saniyede yumurtlamalı ki nesilleri devam edebilsin. İşte kraliyet ailesinin önemine binaen ayrı bir bölmede ağırlanırlar. Hatta onlar için özel çocuk odaları bile hazırlanmıştır. Termitlerin en büyük düşmanı hiç kuşkusuz dikenli karıncayiyen diye bilinen hayvandır. Nasıl olsa termitlerin sindirimi zor olmadığından karıncayiyenler için büyük bir fırsat olmaktadır. Yani ağızlarında dişleri olmasa bile kısa burunları vasıtasıyla toplayıp dilleriyle öğüttükten sonra rahatça beslenebiliyorlar. Hakeza aynı akıbet karıncalar içinde söz konusudur.