DAVA, NEFSİ ISLAHTIR
ALPEREN GÜRBÜZER
Alemin nizâmı, iki kanal tarfından idare edilmektedir:
1- Kutbul Gavsul Ferd
2- Zahiren müslümanların uyguladıkları Halife (İman-başkan-lider). Biri görünmeyen, diğeri ise görünen yüzü. Görünmeyenin belirtileri irşadla anlaşılır. Manevi yönden insanları irşad eden Hacı Bayramı Veli, Akşemseddin, Mevlana gibi zatlar, bu dünyadan göç ettikten sonra da, hala beşeriyetin ilgi odağı olmaları bunun en güzel göstergesidir. Dünyevi liderlerde, Resulullah’ın ruhaniyet ve maneviyatını yürütücü özelliklerin bulunması, pek istisnadır. Bu karaktere tarihimizde Sultan Abdülhamit Han’da görülür. Ulu hakan, liyakat ve kabiliyeti ile hem diplomatik deha örneği olmuş, hem de halim, selim ve evliya tabiatıyla düşmanlarına karşı idamı, sürgüne çevirme cezası uygulayacak kadar merhamet timsali olmuştur. Hatta Şeyh Abdurrahman-ı Tahi (K.S.); ”Müceddidlik bana geldiğinde kabul etmedim. Çünkü ben birkaç köye etkili olurdum. Düşündüm taşındım müceddidliği Abdülhamid’e teabdil ettik.” tarzından beyan buyurur. Ki; Şeyh Abdurrahman-ı Tahi büyük bir zattı. Said-i Nursi Hazretleri O’nu şu sözleriyle över: ”Ben Seydayı Tahi’yi dokuz yaşımda tanıdım. Velilere makam aldıran zat” diyor. Düşünebiliyor musunuz, velilere makam aldırıyor, kimbilir kendisinin makamı nedir? Veliliğinde ötesinde bir makam. Resulullah (S.A.V.): ”Allah bu ümmet için her yüzyılın başında dini ihtiyaç için müceddid gönderir.” buyurmuşlardır. Hz. Mevlana da şöyle der: ”Her asırda bir söz söyleyici, halkı irşad edici vardır. Fakat evvelkilerinin sözü o zata yardım eder. Kendisinden önceki kamil insanların sözü nebilerde olabilir, velilerde olabilir. O kamil zatın (insanın) zatına yardım eder.”
”Gönüller Açan Kitap”
Muhammed Nuri Şemseddin (K.S.) Miftahül Kulûb (gönüller açan kitap) eserinde: ”Kamil mürşidin nişânesi: 1- Her işi, sözü, amelleri, tavrı Resulullah’ın gidişatıdır.
2- Onu gördüğünüzde elem ve kederlerin bir anda yok olmasıdır.
3- Devlet büyüğü de olsa onu gördüğünde elini öpmesidir”. Evliyaullahın birçok hususiyetleri olmasına rağmen, işaret edilen bariz üç alamet ”Mürşid-i Kamil”in zişânıdır. Beşeriyet ilmi ile amil olmuş zatları gördüğünde, onun saadet meclislerinde ayrılmak istemez, hal ve tavırlarına mest olurlar. Kudsi hadisde: ”Bir kulu sevdiğim zaman onun eli ve dili olurum” buyuruyor. Burada el ve dil mecazi anlamındadır. Eli ve dili olmak irşad alametidir. İrşad ediciler, aynı zamanda, zahiri ilme de vakıf olması gerekiyor. Resulullah’tan (S.A.V.) emir almayan, insanların dalaletine düşmesine vesile olur. Gavs-ı Bilvanisi (K.S.); ”Bir mürşid-i kâmil günde Peygamber (S.A.V.)’le 25 kere görüşmüyorsa o mürşid-i kamil değildir. Çıksın
dağda eşkıyalık yapsın. Boş yere milletin imanına girmesin” buyuruyor. Ki en az tarif edilen mürşid-i kâmil için bulunması gereken özellik… İrşâd, her kişinin harcı değil. Şeriatın rehberi (İslami kaide ve kuralların) alimler ise, tarikatın (şeriatın uygulama yolu) rehberi ise mürşid-i kâmillerdir. Şeriat zahiri ilmi, tarikat batıni ilimdir. Kim ki ikisini birleştirdi ise marifetullah’a ulaştı. Halife irşada başlamadan önce, zahiri ilmi mollalardan (şeriat ilimlerin uzmanları, icazet ehli), batıni ilmi de şeyhinden alır. İrşad Kutbunun özelliği; Müridi uzakta da olsa oturduğu yerde irşad eder, Allah’a ulaştırır. Kâmil mürşidler, hali olmayana hal ihsan ederler. Hali ziyade olanın da halini alırlar. Bu arada şunu da belirtelim, meşâyih arasında zahiri ilmi olmayanlar da bulunabilir.” Ama ideâli olan, iki ilme de (zahiri ve batıni) vakıf olmaktır. Hem iç (batın) hem dış (zahir) bir bütün olmalı.
Zahiri ve batıni ilmi iyi kavrayabilmek için, şu kıssaya bakmakta fayda var. Bir gün İmam-ı Âzam talebeleri ile otururken önlerinden İbrahim Ethem geçer. İmam-ı Âzam ayağa kalkar ve hürmette bulunur. Etrafındaki talebeleri şaşkın vaziyette:
”- Efendim sizin gibi bir alim böyle serseri dervişe nasıl seyyidimiz, efendim” der. İmam-ı Âzam talebelerine şu cevabı verir:
”-O Allah’ın zatıyla meşgul, biz ise O’na ait ilimlerin dedikodusuyla. Aramızdaki fark budur.” İşte zahiri ilim ile batıni ilmi açıklayan tipik misal budur. Süfyan-ı Sevri ile Ebu Haşim Es-Sofi çağdaştır. Yani aynı çağda yaşamış büyüklerden. Bakın Süfyan-ı Sevri Çağdaşı için ne diyor: ”Ebu Haşim Es-Sofi olmasaydı ben Rabbani incelikleri anlayamazdım” buyuruyor. Buna benzer ifadeleri İmam-ı Âzam da maneviyattan gönül verdiği Cafer-i Sadık Hazretleri için söylemiştir: ”Eğer son iki yılımda Cafer-i Sadık’ı görmeseydim, Numan helak olurdu.”
Marifetullah, mukaşefe ilimden (ledünkeşif batın ilmi) doğar. Mukaşefe ilmi irşad ilmidir. Marifetullah’tan maksad :
1- Tezkiye-i nefs,
2- Tasfiye-i kalbdir. Mukaşefe ilmi; nurani Rabbaniye’dir. Ahlakı hamidiyeyi doğuran güzel ilimdir. Eşyanın hakikatını bilmek gayedir. Zikir yönünden taş, toprak, mineraller, cansız madde ve nebatat’dan (bitki alemi) aşağı insan gelir. Çünkü Allah’ı (c.c.) zikirde en çok sırasıyla: 1- Cemadat (taş, toprak, eşya, cansız madde),
2- Nebat (bitki alemi),
3- Hayvanat (Omurgalı, omurgasız hayvan âlemi ),
4- İnsanat gelir. Muhyiddini Arabi (K.S) Füsûsul Hikem eserinde, en çok zikir edenin ”cemadat” olduğunu belirtir. Nebatatta büyüme meyli, insanda akıl, his, fikir ve bunların yanında vesvese, şüphe, nefsani ve gazab kalbi gölgelediğinden, marifetullaha perde olur, zikirde dördüncü dereceye düşer. Dünyanın alt tabanında mineraller, tabanın üstünde bitki, onun üstünde hayvan ve daha sonra insan vardır. Hayatın gerisinde ”eşya” üstünde ruh vardır. Geriye doğru intibak, organizma için ölümdür. Yaşama savaşı ileri doğru atılım yapma çabası, zikirde geridekilere nazaran azalma meydana getirir. Çünkü meşguliyet söz konusu. İşte bu yüzden Muhyiddin-i Arabi’nin sözleri kayda değerdir. Meşguliyet çoğaldıkça Allah’ı anmakta azalma görülür. Bütün bu uğraşlara rağmen insan candan zikrederse, yaradılmışların üstünü olur.
İnsan çift kutupludur. İnsan hem ”melekiyet”, hem de ”hayvaniyet” özelliğine sahiptir. Ruhunu güzelleştirmekle melekiyet, nefsine, hevasına kapılmakla da hayvaniyet kesbeder. Eğer insan nefsinin hevasına kapılırsa, hayvandan da aşağı iner, şayet ruhunun sesine kulak verir melekiyet kazanırsa meleklerden de üstün makama ulaşır. Ahsen-i Takvim denilen bu alemde insan huzura kavuşur. Aksi durumda ”Esfeli Safiline” düşer. Üstünlük Takvadadır. Resulûllah (S.A.V.); ”Allah sizin suretlerinize ve mallarınıza değil, kalbinize ve amellerinize bakar” (Et-taci/53) buyurarak bu gerçeğe işaret etmiştir.
Dava
Dava, nefsi islahtır, tebligat değildir. Özümüzü arındırmaktır. Nefsi islah büyük cihaddır. Allah (C.C.) Kur’an-ı Kerim’de: ”Kalbini tesbit ve tatmin etmemiz için Peygamberlerin kıssaları’ndan haberlerinden her çeşidini sana anlatıyoruz” (Hud sûresi 120 ayet) Hangi Peygamberin kıssasına bakarsak bakalım, ”İrşad” olayıyla karşılaşıyoruz. İrşad, Peygamber meşrebidir. Peygambere varis olan alimlerde irşadı esastan hayatlarına düstur edindiler. Şeytanın dergah-i İlahi’den kovulması ”İrşad”ın mânâ ve ruhundan yoksun olması ve ilmini sermaye bilmesidir. İlahi buyruk karşısında, kendi kendine tebligatta bulunmayı tercih etti. İrşad, aynı zamanda ”teslimiyeti” de içine alır. Mürşid-i Kâmiller teslimiyeti ; ”ölü teneşirinde, ölü yıkayıcısının elinde meyyit gibi” olarak tarif ederler. Şeytan İlahi buyruk karşısında teslim olmayıp ”tebligat” yaptı ve dedi ki: ”Adem topraktan ben ateşten. Onun için secde etmem” İşte bu söz, ebedül ebed kovulmanın yanısıra, nari cehennemde kalmasını sağlamıştır. İrşad eden hata yapsa da ilmiyle çabucak telafi edebilir. İbrahim en-Nahi; ”Alimin hatasını insanlara anlatmayın. Çünkü ilim sahibi bir kere yanılırsa akabinde düzeltir.” Önemli olan alimlerin teslimiyet içinde Allah’tan korkmasıdır. İlk defa korkmadan kendi reyiyle kıyas eden İblis’dir. Şeytan bilgisine güvendi ve ilmini sermaye bildi, aldananlardan oldu.
Akılla beyinde mevcut bulunan bilgiler yorumlanır. Kalb, doğrudan doğruya bilgi üretir, buna duygu denilir. Allah’ın akıl ile kavranması imkansız. Zira akıl, beyin cihazının beş duyunun kaydettiği bilgilerle hükme varır. Akıl O’nu kavrayamaz. Kalb sezer. Kur’an kalbe hitab eder: ”Allah kalblerini ve kulaklarını mühürlemiş ve gözlerini perdelemiştir.” Peygamberler, Evliyalar irşadı, kalb ilmiyle gerçekleştirmişlerdir. Akılı vahye teslim etmişlerdir. Vahiye teslim olan akıl, ”akl-ı selim” adını almış oldu. Gözyaşı bezi, kalbın kumandasında salgı salar. Kalbe ait çok önemli gerçek: Önsezi. Beynin kompitür ekranına yazılmamış olanlarını hissetme sanatına ”önsezi” denir. İç sıkıntı, sevinme buna misaldir.
Kalbin sol orikulası (Auricula) üzerinde ”Lafzai Celal” yazılıdır. Allah(C.C.); ”San’at şaheserim olan bu kalbe imza attım. Onu imanla ve sevgiyle dolduramazsanız mühürlerim” buyuruyor. İşte Mürşid’i Kâmiller, insanlara zikir telkin ederek kalbte kıvılcımı başlatmaktalar ve imanla dopdolu olarak irşad etmektedirler. Atomun keşfi üzerine Einstein’e şu alemin ötesindeki sırlardan artık anlaşılacak mıdır? sorusu sorulur. Einstein şu cevabı verir:
”- Biz ancak maddenin sırlarını keşifle meşgulüz. Onun ötesi ilmin ebediyyen meçhulü kalacaktır” der.
Albert Einstein’in belirttiği ilmin ebediyyen meçhulünde kalan, ilim; fizikötesi ilimdir. Pozitif ilimler, görünürde veya makro-mikro alandaki eşyaları kavramaya yöneliktir. Fizikötesi âlem, kalb ilmi gerektiriyor. Mürşid-i Kâmiller fizikötesi alemle ünsiyet kurmuş alimlerdir. Akıl bir yere kadar yol arkadaşıdır. Aklın da giremeyeceği sahalar var. Her şeyi kuşatan Vahiy’dir. İmam-ı Gazali; ”Gördüm ki akılla hiç birşey olmaz! herşey ruhta… Her şey Peygamber kokusunda.. O’na sarıldım kurtuldum!” der. Gazali aklın rehberliğini kabul etmekle beraber, aklın da yetersiz olduğunu belirtir. Aklın kavrayamadığı sahalara Vahiy’le ve kalb ilmiyle erişilir.