”iRŞAD OLUNMADAN İRŞAD EDİLMEZ”
ALPEREN GÜRBÜZER
Akıl üç mânâ taşır:
1- Eşyanın hakikatini bilen akıl,
2- İlmiyle amil olan kalb aklı,
3- İdrak aklı (hayır ve şerri ayırd edebilmek ).
Üçü birarada olursa insan, ”Akl-ı Selim” olur. Akl-ı Selim fakülte bitirmekle olmuyor. Kalbi Allah’a teslim etmekle, ilimle, hikmetle oluyor. İstikâmetle, hür olmakla kazanılabiliniyor. İlimden sonra ”tevbe”, tevbeden sonra ”istikamet”, istikametten sonra ”ölüm” halinde melekler müjde veriyor. Akıl ve ilim islah olmadan, Kalb-i Selim çıkmıyor. Mürşid-i Kâmiller, Kalb-i Selim sahibidirler. Ebü’l Haşim Kışmi Hz; ”Mürşid-i Kâmil enbiyanın varisidir” buyuruyor. Yani irşada varisdirler diyor.
Şeyh Ebül Mevahip eş Şazili (k.s.); ”Sofiler halleriyle görünürler, fakihler sözleriyle görünürler” beyan buyurarak davranışların, sahibini (kimliği) belirttiğini vurgulamıştır. Sofideki hal, mürşidinin irşad etmesinden kaynaklanır. Ruhu galip kılmak için.:
1- Salih insana teslimiyet,
2- Amel etmek (helal – haramı bilmek),
3- Zikr etmek (Allah’ı anmak) gerekiyor. Yunus (a.s.)’u balığın karnından çıkaran zikirdir. Eşrefi Rumi, Hacı Bayram-ı Veli’nin yanında tuvalet temizledi, ”irşad” oldu. Hz. Mevlana Halidi Zülcenahayn da (k.s.), Abdullah Dehlevi’nin (k.s.) yanında su taşıdı ”çift kanatlı” oldu. Alaaddin Attar (k.s.), Şah-ı Nakşibendi’nin (k.s.) yanında elma sattı ”nefsini tezkiye” etti. Dehâları doğuran amilleri incelendiğinde ”irşad” vazgeçilmez unsur olarak karşımıza çıkıyor. Teslimiyet olmadan, amel olmadan, zikr etmeden irşad olmuyor. Seyyid Abdülhakim el Hüseyni (k.s.); ”İrşad olmadan irşad edilmez” diyerek bu gerçeğe işaret etmiştir.
Kur’an-ı Muciz’ül Beyan da: ”Allah’a vesile arayın” (Maide 5/35) buyuruyor. İrşad yolunda vesile aramalı. Yine Allah (c.c.) Kur’an-ı Kerim’de: ”Ey iman edenler, Allah’tan korkun, sadıklarla beraber olun” (Tevbe 9/19) buyurmaktadır. Bahrül Hakaik tefsirinde; ”Sadıklardan murad, mürşidler”dir. İmam-ı Rabbani (k.s.), Mürşid-i Kâmil’in önemini şu sözleriyle belirtir: ”Mürşid kendinden geçirir, kendine getirir”. Bir veliyi görmek bir noktada iman nurunun kemalatına işarettir. Bundan dolayı derler ki: ”Veli’yi gören de Veli’dir”.
Cemalullah
Tarikat kalb, şeriat beden, hakikat ruh, marifet ise bunların müşahadesidir. Şeriatın rehberi nasıl ki, alimler (mollalar) ise, tarikatın rehberi de Mürşid-i Kâmil’lerdir. Şeriat zahir ilmi, tarikat ise batın ilmidir. Her kim ki ikisini birleştirdi ise ”hakikate” kavuşmuştur. Resulûllah’ın (s.a.v.); ”İhsan, Allah’ı görür gibi ibadet
etmektir” sözü, tasavvufi amelin ta kendisidir buyurmaktadırlar. Tasavvufta Cemalullah (Allah sevgisi) esasdır. Gaye; ”ilahi ente maksudi ve rıdaike matlubi” dir. Yani Yarab! maksadım sen, isteğim ise senin rızanı kazanmak düsturu, tasavvufun özünü oluşturur. Allah’a ulaşmak için belli başlı iki metod takib edilir:
1- Eserden müessire,
2- Müessirden esere.
Cümle meşayıh, genelde ”müessirden esere yolunu” takib etmiştir. Bediüzzaman ise ”eserden müessire yolunu” takib etmesine rağmen, yaşadığı dönemde meşayıh ile içli dışlı olmuştur. Onlara tam bağlanmadıysa da, onların tesirinde kaldığı muhakkak.
Saidi Nursi, küçük yaşlarda Hizan Şeyh’ine gitmiş, orada barınamayıp ilk tahsil ocağı olan kardeşi Mehmed Efendi’nin Taği Medresesi’ne dönüyor. Burada da geçinemeyip Beyazıt tarafında Şeyh Mehmed Celâli adında bir zatın dairesine giriyor ve burada üç ay kalıyor. Tekrar, Siirt ve Molla Fethullah Efendi’nin medresesine kapanış. Nurşin’den Hizan’a oradan da köyüne, medrese hayatına ve nihayet Beyazıt’a derken büyük koşuşturma, engin bir arayış hayatı. Bir aralık Bitlis’te Şeyh Mehmed Küfrevi’ye rastlıyor ve kendisinden ancak tek bir ders alabiliyor. Seyyid Nur, Abdurrahman-ı Taği, Şeyh Fehim gibi büyüklere rastlamış, meclislerinde bulunmuş fakat doğrudan doğruya bağlanamıyor. Terbiyesi ancak ruhaniyet yolunda kalıyor. Bediüzzaman’ı Bediüzzaman yapan şeyhlerin tesirinden başkası değildir. Bu tesirle eserden müessire bir seyir takib etmiştir. Eserden müessire metodu ile de (zikirle) kalb kesbi kemal bulur. Said-i Nursi Hazretleri; ”Zaman tarikat zamanı değildir” demekle bu noktaya (edebe) işaret etmiştir. Yoksa tarikatı inkar değildir. İki yol ayrı görünse de nihayette birleşir. Ne fayda ki, sofi olmayan alim, alim olmayan sofi zihin şaşılığından dolayı bu hakikati idrak etmekten aciz kaldı. Netice itibariyle iki metod da Allah’a ulaştıran, kesbi kemal kazandıran yoldur. Şeyh Ebu Medyan (k.s.); ”Tarikatı inkâr eden meclisler mürid için öldürücü zehirdir. Bu zehirden korunmayan şeyhinden yararlanamaz” diyor. Onun için her iki metodu izleyenler için, atıp tutmak doğru değil. Allah için çalışana destek olmalı. Resulûllah (s.a.v.); ”Bir veliye ikram eden, bana ikram etmiş olur. Bir veliye eza eden, bana eza etmiş olur” buyurarak bu noktaya işaret etmiştir.
Tasavvufun, beşeriyete birçok yönlerden faydası vardır. Bir kere, ibadetin sosyalleşmesini sağlıyor. Zikir hayatıyla şahsiyetin gelişmesine yardımcı oluyor. Aynı zamanda ilim ve din paralelliğini ortaya koyuyor, hem de mezhep ihtilaflarını önleyici etkiler yapıyor. Bütün bunlardan da öte, aşkı ve sevgiyi tattırıyor. Hadisi kudside ”Habibim eğer sen olmasaydın bunca felekleri yaratmazdım” buyuruyor. İşte tasavvuf da bu hadisi kudsiden hareketle, aşk ve sevgi ocağıdır diyebiliriz. Hayatın sırrı aşk üzerine kurulu.
”İnabe”
Evliya tevbesine ”İnabe” denilir. İmam-ı Gazali bu hususta: ”Sen tasavvuf
ilminin bütün eserlerini yediden yetmişe okusan, Mürşid-i Kâmil eli tutmadıkça sana hidayet kapısı açılmaz” buyuruyor. Resulûllah (s.a.v.); ”Her hayrın başında ve sonunda tevbe ediniz.” buyurarak, tevbe kapısının hayra vesile olabileceğini beyan buyurmuştur. Tasavvufta, tevbe giriş kapısıdır. Tevbe ile nur dairesine girmeye çalışılır ve yapıarkadas amellerin sonunda da yine tevbe edilir. İstiğfar etmek, niyetleri ve amelleri düzeltmeyi sağlar. Peygamberimiz (s.a.v.); ”Siz kalblerinizi ve niyetlerinizi değiştirmediğiniz müddetçe Allah’ın size olan muamelesi değişmez” diyor. Yine bir hadisi şerifinde; ”Ameller niyetlere göredir” buyuruyor. İnsan tevbe etmekle, Allah’ın azameti karşısında kendisini bir hiç görür. Gururlanıp, istiğfar etmeyen,isyandadır. Hasan-ı Basri şöyle der: ”Kişi isyan sebebiyle gece ibadetten mahrum olur.” Bundan dolayı her şeye tevbe etmek lazım gelir. Aksi takdirde, Allah korkusu kalblerden silinir. Tevbe etmeyi, vakarına yakıştırmayan kul, kulluktan çıkıp, din istismarcılığına yönelen paravanadır. İmam-ı Rabbani (k.s.), ”Din istismarcılarla konuşmayı yıarkadas sokması gibi korkunç bulur ve Allah’tan korkmayan ilim adamlarını hangi fırkadan olursa olsun din hırsızları olarak niteler. Beşeriyet tevbe ederek bu tür hastalıklardan kurtulabilir. İstiğfar ederek iman nuraniyeti kalbe iner ve böylece şeytanın musallat olması önlenebilir. Şeytan çok amel işlemesine rağmen, kurtulamadı ve tevbe etmedi. Seyda Hz. (k.s.); ”Hiç biriniz şeytanın yaptığı kadar amel yapamazsınız ve hiçbiriniz amelinizin kuvvetiyle bir yere ulaşamazsınız. Ancak Saadatın himmetiyle ulaşılabilir.” diyerek meselenin özünü ortaya koymuştur.
Her kim, istikâmete girmek istiyorsa, pirin gölgesine girmeli. Yukarıda da belirttiğimiz gibi, Ebu Talib’in üzerine Peygamber gölgesi düştü ama, kendi istek ve rızası ile teslim olmadığı için, o gölgeden faydalanamadı. Hace Ali Ramitani (k.s.) de ”En kolay yol bir Allah ehlinin gönlüne girmektir” diyor. Bütün bu güzel sözlerden çıkan netice, Mürşid-i Kâmiller’in, ”İnsan-ı Kâmiller” olduğu gerçeğidir. Bu gerçeği, 300 bin hadis ezberinde tutan Ebu Abdullah İsmail Herati Hazretleri de şu sözlerle teyid eder: ”Ben Ebu Hasan Rekani’den önce şeriatı bildim, ama hakikatı ondan öğrendim.”
Hüccetül İslam
Hüccetül İslam yani İslam’ın delili unvanına layık olan İmam-ı Gazali bile şeyhe gider ve şöyle der: ”Şeyh aramak için Irak’ı terkettim. Ama ne için terkettiğimi nice alimler anlayamazdı. Çünkü, benim bulunduğum ilmi müktesat insanların nazarında son nokta idi. ”Düşünebiliyor musunuz? Alimler Gazali’nin ilminin ötesinde ilim olacağını bile tasavvur edemiyor ve son durak İmam-ı Gazali biliniyor.Onun için Gazali şeyh aramak için Irak’ı terkettiğini söylememiş. Çünkü anlayamazlardı. Zaten tasavvuf da sözle (kal) anlatılacak gibi değil. Tarikat-ı âliyye ”söz” değil ”hal” dir. Seyda Hz. (k.s.) şöyle der: ”İş lafın zahirinde değil manevi tasarrufdadır.” Bu güzel veciz sözde bütün insanlığın alacağı nice dersler vardır. Allah Resulû de (s.a.v.); ”Zahiriniz halkla, batınınız Hak’la olsun” beyan buyurarak, ”hiç ölmeyecek gibi, dünyaya, yarın ölecekmiş gibi ahirete çalışmanın” anahtarını vermiştir.
Mürşid-i Kâmiller, beşeriyetin peygamberlerden sonra, ashab ve tabiinden sonra ”Gönül Sultanları” kervanına layık ”manevi önderler” dır. Bu zamanda manevi önder az da olsa, onları aramak ve bulmak bir vazife. İmam-ı Rabbani (k.s.); ”Ne mutlu murad bir mürşid bulana” diyor. Aynı zamanda şu sözleriyle insanlığı uyarıyor: ”Rıza ve ihlas nimetiyle şereflendirenler binlerce kişiden belki bir kişidir.” Bu sözü 400 sene önce söylüyor. Şimdi durum daha vahim. İşte bu vahim durumda ”murad olanı” aramak, bulmaya çalışmak gerekiyor. İnsan yeter ki, aramaya koyulsun. Allah muhakkak bir kapı açar. Aramayınca Hızır yetişmez. Sen Musa’yı bul duan reddolunmaz. Sen git Hz. İsa’yı bul duan reddolunmaz. Sen git Allah’ın Ehlullah’ını (dostlarını) bul duan reddolunmaz. Meselenin özü aramak ve bulmakta düğümlüdür. S. Eşrefi Rumi Hazretleri, hayatında 17 Şeyhe hizmet etmesini ve arayışını şu sözleriyle ifade eder: ”17 şeyhe hizmet ettim. İçinde 4 (dört) tane Şeyhinel Kâmilil Mükemmil gördüm.” Eşrefi Rumi 1469’da ahirete gitmiş, 500 sene önceki şeyhlerin 17 tanesinden dördü kâmil. Şimdi hangi hoca kâmil? Onun için aramak, aramak, aramak… diyoruz.
Velhasıl, sohbetimizi Hasan-ı Basri (r.a.)’nin sözleriyle bağlıyoruz. Tabiin ulularında Hasan-ı Basri şöyle der: ”Evliyalar olmasaydı dünya yok olurdu. Salih kimseler olmasaydı günahkârlar helak olurdu. Alimler olmasaydı, insanlar hayvanlar gibi olurdu. Ahmaklar olmasaydı, dünya ma’mur olmazdı. Rüzgar olmasaydı, her yeri fena koku kaplardı.”