İSLAM, TASAVVUF,MARİFET VE HAKİKAT
ALPERENGÜRBÜZER
Yunus ne güzel ifade etmiş şeriat ve tarikatı:
”Şeriat, tarikat yoldur varana
Hakikat meyvası andan içeri”
Yunus’un deyişlerinden de anlaşıldığı gibi, tarikat yoldur. Öyle bir yol ki Allah’a giden bir yol. Aslında Allah’a ulaşmada hem şeriat hem de tarikat gâye değil vasıtadır. Eğer vasıtaları gayeleştirirsek Allah’a ulaşmak bir yana gaflete düşme tehlikesi vardır.
Allah Resûlü (S.A.V.) İslam nedir sorusuna cevaben:
”Namaz, Oruç, Zekat, Hac ve Kelime-i Şehadet” demiştir. İman nedir sualine ise:
”Allah’a, meleklere, kitaplara, peygamberlere, ahirete ve kadere (hayır ve şerrin Allah’ta geldiğine inanmak) iman etmektir” diye beyan buyurmuşlardır. Yine Peygamberimize (S.A.V) ihsan nedir diye sual ettiklerinde:
”Allah’a, O’nu görüyormuşsun gibi ibadet etmendir. Çünkü her ne kadar sen O’nu görmüyorsan da, O seni muhakkak görür” buyurarak tasavvufa işaret etmiştir. Çünkü, tasavvuf ihsanın içindedir.
Tekrar sual ettiler; ”Ya Resulullah (S.A.V.) bize kıyametten bahset” Allah Resulü (S.A.V.):
”Bu meselede sorulan, sorandan daha alim değildir” buyurdular.
”O halde kıyamet alametleri nelerdir?”
Bunun üzerine Allah Resulü (S.A.V.):
”Cariyenin kendi sahibesini doğurması ve yalın ayak, çıplak, yoksul koyun çobanlarının bina yapmakta birbirleriyle yarış ettiklerini görmendir” buyurdu.
Bu sualleri soran zat gidince yanında duran sahabeden Ömer ibnul Hattab’a dönerek:
”Ya Ömer! O sual soran zatın kim olduğunu biliyor musun?” dedi.
”Allah ve Resulü bilir” dedim.
”Gerçekten O Cibril’dir. Size dininizi öğretmeye gelmiş buyurdular.
Yukarıda zikredilen karşılıklı soru cevap ilişkisinden çıkaracağımız ders: ”İman-İslâm-ihsan” üçgenidir.
Bir insanda iman ve İslâm olur da, ihsan olmazsa o insan eksiktir. İhsan, öyle Allah’a ibadet edeceksin ki sen O’nu görür gibi ibadet etmek demektir ki, bu hal çok az bir insanın yapacağı durumdur.
İslam; itaat ve ibadettir, iman ise hem nur hem de kuvvettir. Allah’a görür gibi amel etmek tasavvuf dairesine girer. İslam-İman-İhsan üçgeni Allah’a ulaşmak için üçünün bir arada olması gereken ölçülerdir.
Cümle meşayih İslam, iman ve ihsan üçleminden hareket etmişlerdir. Tarikattan maksat, Allah’ın rızasını kazanmak ve O’na vasıl olmaktır. Hacı Bektaşı Veli’nin
Allah’a (C.C.) ulaşmada anlattığı dört kapı sırasıyla:
– Şeriat
– Tarikat
– Marifet
-Hakikattir.
Bu mertebeleri aşmayan Allah Resulü’nün (S.A.V.) tarif ettiğ ihsanı (tasavvufu) anlayamaz. Onun için Allah dostları tasavvuf ilminin kal (söz) ilmi olmayıp, aksine hal (yaşayarak idrak edebilecek) ilim olduğunu beyan buyurmuşlardır. Allah’ı görür gibi ibadet etmenin adıdır tarikat. Yaşayan bilir, yaşamayan ise bilmez. Tıpkı balı tadan ile tadmayan bir kişinin hali gibi. Şeriat’ın lugat manası kurallar manzumesi, yani İslam’ın dış kurallar kabuğu. Şeriat zahire hükmeder derken, dinin dış uygulama yönünü anlarız. Dinimizin dış vechesini kavrayabilmek için İslami ilimleri tahsil etmemiz gerekiyor. Genel hatlarıyla İslamın oniki ilmi, şeriatı ortaya koyar. Tefsir, kıraat, hadis, fıkıh, kelam, mantık, siyer, sarf, nahiv, belagat ve mezhebler tarihi gibi bir dizi ilimler şeriat kapsamındadır.
Hakk’a giden yolda şeriat, tarikat, marifet ve hakikat basamakları yaşadıkça aşılıyor. Her basamağı aşmak için de:
– İlmel yakin (zahiri ilimler)
– Aynel yakin (gözleme dayalı ilim)
– Hakkel yakin (bizatihi hissedilen ve yaşanıarkadas ilim) hallerini bir bir geçmek gerekiyor. Elmayı tarif etmek ilmel yakindir, elmayı gözlemlemek aynel yakin, elmayı bizatihi ısırıp tadına varmak ise hakkel yakin halidir. Bütün bu mertebeler İslam ışığında gerçekleşir. Kur’an’ı Muciz’ül Beyân ve Sünnet-i seniyye İslam’ın temel iki kaynağıdır. Kaynağını Kur’an ve hadisten almayan her oluşum yıkılmaya mahkumdur. Hazreti Mevlana; ”Bir ayağımız sımsıkı şeriatte, bir ayağımızla dolaşırız yetmişiki milleti pergel gibi” buyurarak bu gerçeği işaret etmiştir. Her şeyin başında şeriat gelir. Şeriat İslamın dış gözü, tarikat ise iç gözüdür. Dış ve iç gözün birleşmesi ile marifet doğar. Hakikat meyvasının kemala ermesiyle de marifet zuhur eder. Bundan dolayıdır ki, Arif Sehreverdi ve Beyazıdı Bestami (K.S.) gibi büyük zatlar; ”Kim şeriatı tutup tarikatı bırakırsa fasık, kim de tarikatı tutup şeriatı bırakırsa zındıktır” demişlerdir. İmam-ı Rabbani (K.S.) yaşadığı dönemde şeriat ve tarikat tartışmalarına açıklık getirerek ikisinin de ayrı düşünülemeyeceğini, bir bütün olduğunu belirterek iç ve dış yüzün birliğini beyan etmişlerdir. Böylece tarikat ve şeriat çekişmelerine son vermiştir. İmam-ı Rabbani Hz.leri ikibin yılının (Hicri ikinci binin) müceddididir. Onun için O’na Müceddid-i El Fisâni-i denmiştir. Dine sokulan bid’atleri temizleyen zat…
Tarikat-ı Âliyyeler ilhamını Kur’an ve sünnetten alır. Kur’an’ın ışığında en mükemmel yaşayış örneğini Allah Resulü göstermiştir. O’nun hayat tarzı Kur’an’a göre idi. Bundan hareketle Şah-ı Nakşibendi (K.S.)’ye:
”Sizin tarikatınız nedir? ” diye sorduklarında cevaben:
”Bizim yolumuz edebtir ki… ”
”Sünnetleri ihya etmek ve bid’atlardan kaçınmaktır”.
”Her kim ki bunu işler bizim tarıkımızdandır” diye buyurmuştur. (Edeble Varış, Lütufla Dönüş. İ. Çetin. S. 72)
”Allah Resulü (S.A.V.), Allah’ı görür gibi ibadet etme tatbikatını (İhsan-tasavvuf) Hz. Ebubekir, Hz. Ömer, Hz. Osman ve Hz. Ali’ye meşreblerine uygun terbiye metotlarını öğretmiştir. Bu manada en büyük kılavuz (rehber-mürşid) Peygamberimiz (S.A.V.) olmuştur. Hz. Ebubekir (R.A.) meşrebi icabı, O Allah’a ulaşmada hafi (gizli) zikri esas almıştır. Bu yüzden gizli zikri tatbik eden tarikatlar Sıddık-ı Ekber’e (R.A.) dayanır. Hz. Ali’de coşkunluk mizacı ağırlık olduğu için, Allah Resulü O’na cehri (sesli) zikri telkin ederek bu yönde terbiye etmiştir. Cehri zikri uygulayan Kadiri, Rufâi gibi tarikatlar Hz. Ali (R.A.)’ye uzanır. Allah’a giden yollar görünürde farklı görünsede birleştikleri nokta tevhid gerçeğidir.
Bir tarikatın tarikat olabilmesi için, Peygamberimiz’den başlayarak günümüze kadar uzanan silsile-i şerifesi olması gerekir. Sürekli devir-teslim geleneğinin olduğu meşayih halkası tarikat-ı âliyye’nin varlığını ortaya koyar. Eğer bir şeyh kendisinden sonra bırakacağı (teslim edeceği) şeyh yetiştiremezse, o tarikatın nisbeti kesilir. Nitekim bir çok tarikatlar tarihin belli dönemlerine kadar nisbetlerini ve şecerelerini devam ettirebilmişler ve daha sonraki evrelerde nisbetlerini devredemediklerinden dolayı silinip gitmişlerdir. Tarikatın en belirgin vasfı nisbetin devamı için yaşayan bir diri şeyhin varlığıdır. Şeyhin hakiki mi, yoksa sahte mi olduğunu anlamak için, kendisinden önce el aldığı şeyhin olup olmadığına bakılmalı ve daha da derinlere inerek Hz. Ebubekir veya Hz. Ali’ye uzanan silsile-i meşayih’in zincirinin varlığını görmek gerekiyor. Bunlarında ötesinde şeyhin yaşayışını Kur’an ve Sünnet-i Seniyye üzerine olması gerekir. Aynı zamanda hem zahiri ilimleri hem de batıni ilmi bitirerek halifelik icazeti alması lazım. Mesela Mevlana Halid-i Zülcenaheyn’e (K.S.) gelen zincirden sonra aşağı yukarı Nakşibendi tarikatının bütün kolları Mevlana Halid’de birleşir.
Kelimenin tam anlamıyla Nakşibendi tarikatının birçok kolları Mevlana Halid Zülcenaheyn’e uzanıp yollarına devam etmişlerdir. Halka ve zincirlerde kopukluk olmadığı müddetçe tarikat kolları yoluna devam edecektir. Mürid intisab ettiği şeyh hayattayken halife bırakmadan bu dünyadan göç ettiyse, başka kollarda hayatta yaşayan diri bir mürşide intisab etmeli. Çünkü, şeyhsiz tarikat devam edemez, ısrarla devam ettirilmeye çalışılırsa zamanla dejenerasyon olacak ve bozulma kaçınılmazdır. Mutlaka kılavuza ihtiyaç vardır. Şeyhsiz yola çıkan uçsuz bucaksız engellerle karşılaşıldığında şeytani mi yoksa rahmani mi olduğunu anlamak pek kolay olmasa gerek. Sapla saman karışınca türlü tevillerle doğru sanıarkadas şeyler yanlış olabilir. Dinde olmayanlar dinmiş gibi lanse edilecektir ki, bu durum tehlikeli gidişin işaretidir. Sonradan ihdas edilen tarikatlar şeceresi olmadığı için birkaç kişi bir araya gelerek ”Biz de tarikat olduk” diye medyatik oluyorlar. Şeyhsiz bu grupla bid’atlarla iç içe yaşayarak hakiki tarikat-ı âliyyelere de leke sürmektedirler. Düşünün ki iki çarşı var: Çarşının bir bakırcılar ve tenekeciler çarşısı, diğeri de sarraflar çarşısı. Bakırcılar ve tenekeciler çarşısını gezen bir insan ses yankıları eşliğinde gezerken, bunca kopan gürültüyü şöyle yorumlar:
”- Bu kadar ses olduğuna göre sermayeleri de çoktur.” Oysa, tangur tungur sermayesizliğin işaretidir.
Sarraflar çarşısında dolanan bir insan sessiz bir ortamda yürür ve şöyle düşünür:
”- Hiç bir ses yok, ama sermayeleri de (kazançları) çok…”
İşte medyatik ve şova dayalı söz de t arikat diye ortaya çıkan grup ve sahte
şeyhlerin durumu da tıpkı sermayesiz bakırcılar ve tenekeci çarşısına benzer. Medyatik olmayan ve her türlü şovdan kaçınan, manevi tasarruf ehli tarikat ve şeyhlerin durumu da sermayesi bol ve sessiz sarraflar çarşısına benzer.
Gerçek şeyh, manevi tasarruf sahibidir. Özü, sözü bir olan, sükûtü metod edinen zatdır. Hali ve yaşayışıyla sünnet-i seniyye’ye uygun halde yaşar ve kılpayı da olsa sünnetten taviz vermemeye çaba gösteren gerçek Ehlullah’dır. Abdulhalık-ıl Gucdivani (K.S.), nefsini boş yere tüketmemeye ”Huş-der dem” demiş. Sahte şeyhlerin en bariz özellikleri nefsini boş laflarla tüketmesidir. Hakiki Şeyh mecbur olmadığı takdirde veya kendisine sual tevdi edilmediği müddetçe konuşmaz, sadece İslâm dairesi içinde yaşama tatbikatı gösterir. Çünkü, çok konuşanın aklı azalacağı gibi, dini de azalır. Manevi tasarruf sahibi zat’lar her geçen gün daire ve halka oluşturur ve müridler O’na beyat eder. Nasıl ki Ashab-ı Kiram Allah Resulü’ne akabe beyatı yapmışsa, Mevlana Hz.leri Şems-i Tebriz’e, Yunus Tabduk’a, Akşemseddin Hacı Bayram Veli’ye beyat etmişlerdir. Mürşide intisab beyatla oluyor. İcazet almamış herhangi bir şahsiyet beyat veremez. Mutlaka mürşid silsilesi olması lazım.
Tarikat mevzusunda yapıarkadas tartışmalar farklı mecralara çekilerek hedef saptırılmaktadır. Şeriat, tarikat gibi kavramların tarifini yapmadan gayesini ortaya koymadan, tatbikatlarına bakmadan metodunu tesbit etmeden hüküm vermek abesle iştigaldir. Tarikat kavramını Allah Resulü’nün (S.A.V.) tarif ettiği ihsan çerçevesinde tarif edersek tarikat-ı âliyye’yi doğru zemine oturtmuş oluruz. Tarikatın metodu şeriate ve sünnete uyumlu 12 ilme, dayanıyorsa o tarikat eleştirilemez. Gaye olarak ”İlahi ente maksudi ve Rıdaike Matlubi” (Allah’ım maksadım sen istediğim senin rızanı kazanmaktır) ölçüsünü düstur edinen, virdlerin (belirli sayıda Allah adını zikretmek) her dönümünde bu cümleyi lisanen söylerek her türlü riyadan kaçma tedbiri alan tarikatlara sözümüz olamaz. Tatbikatları ve gidişatları Kur’an ve Sünnet ışığında ise, bid’atlardan uzak kalıyorlarsa bu gibi tarikatlar baştacı yapılır. Şeriat, tarikat gibi kavramların hepsi birer vasıtadır, hiç bir zaman gaye değildirler. Allah’dan gayri her şey masiva’dır. Tarikat da masivadır. Masivalar sadece vasıtadırlar Allah’a gidilen yolda… Hıristiyanlar masivaları gayeleştirdikleri için, dejenerasyona uğradılar ve teslis inancını türettiler. Hz. İsa (A.S.)’ya ulûhiyyet isnat ederek (haşa) Allah’ın oğlu dediler. Bazı sapık cereyanlar da günümüzde vasıtaları amaçlaştırdıkları için, aynı sapıklıklara düşerek kendini Peygamber görenler bile ortaya çıktı. Masivalara tapanlar kendilerini Mehdi gördüler.
İlim’den nasibi olmayanlar, cehaletlerine birtakım insanları alet ederek fitne ürettiler. Sahte şeyhler, sahte mehdiler her devirde sahneye çıktı. Bugün de var yarın da olacak. Her ne kadar şarlatanlar cirit atsalar da, güneş balçıkla sıvanmayacağına göre metodu ilim olan tarifi ihsan olan, kabulü Kur’an ve sünnet olan, uygulaması şeriat çerçevesinde olan, gayesi ”ilah-i ente maksudi ve rıdaike matlubi” olan her tarikat-ı aliyye haktır.
Allah (C.C.) kıyamete dek gerçek Peygamber (S.A.V.) varislerini eksiksiz göndermektedir. Peygamberlik kapısı Hz. Muhammed (S.A.V.) ile son olarak kapanmış, ama evliya kapısı kapanmayacak kıyamete dek sürecek. İlmi ile amil olmuş Ehlullah her devirde irşad göreviyle mükelleftirler. Allah Resulü’nün (S.A.V.) yaşayışını düstur edinen ve sünnete ittiba eden her mürşid-i kâmil manevi yönden Peygamberimize haleftir. Yani enbiya’ya varistir. İster adına şeyh denilsin ister mürşid diye zikredilsin yeter ki gidişatı ve istikameti şeriat-ı garra üzerine olsun. Gökte de uçsa, deniz üzerinde yürüse de, birtakım olağan hadiseler gösterse de eğer sünnet ve şeriat istikametinde değilse mürşid denilemez, görülen o hallere de keramet değil, istidrac deriz. Müminin istikameti velinin en büyük kerametidir. Kaldı ki, gerçek Allah dostu keramet sevdasına kapılmaz, O’nun gayreti hep İslam üzerine yaşamak ve çabası Allah içindir. Asıl marifet şeriat ve tarikatı birleştirerek hakikata ulaşabilmektir. Allah Resulü’nün hayatında görülmeyen uygulamaları adet haline getirerek amele dönüştürenler olağanüstü haller gösterseler de istikamete erişemezler. Mürşid-i Kamil belli bir kesime değil, umuma şamil olmalıdır. Her kesimi kucaklayan mürşid irşad edicidir. Mürşid-i Kâmilin birçok alameti olmasına rağmen şu üç vasfın yaşayışında görülen hakiki Allah dostudur; birincisi: O’nun mübarek huzuruna vardığın zaman, bütün gam ve kederlerin gider. İçinde bir ferahlık bir sevgi hasıl olur.
İkincisi: O’nun saadet getiren meclisinden hiç ayrılmak istemezsin. O’nun inciler gibi saçıarkadas sözleriyle özünün aydınlığı ve sevgisi artar.
Üçüncüsü: O’nun hoş ziyaretine gelen büyüklerden, küçüklerden kim olursa olsun, padişah (devlet başkanı-devlet yöneticileri) dahi olsa elini öpmek zorunda kalır. Hayır duasını dilemekle de mesrur olur. Çünkü bu büyük zatın bütünüyle tutum ve davranışları Resulullah’ın gidişatına uygundur; Allah O’na Salat ve Selam eylesin.
İşte anlatıarkadas bu üç belirti, hangi değeri yüksek zatta; gösterişe ve işitsinlere kaçmadan görülür ve bilinirse… Hiç durmayasın. Hemen git, tam manasıyla teslim ol… (Bkz. Miftahül Kulûp. Akpınar Yayınevi – M. Nuri Şemseddin – Hazırlayan Abdulkadir Akçiçek. S. 2
Velhasıl sözün özü şeriat bir ağacın damarı gibi; tarikat kökü, hakikat ağacın
dalı, marifet de ağacın meyvesi gibidir.