HÜRRİYETİN İLK KAPISI: TÖVBE
ALPEREN GÜRBÜZER
Tevbe, her kötülüğün kapatılmasına, her iyiliğin açılmasına vesile olan etkili bir silahtır. Aynı zamanda mutlak hürriyete giden yolda birinci basamaktır.
Her hayrın başlangıcında ve sonunda tevbe etmek sünnettir. İnsan hayır işlerken dahi tevbe etmesi, doğabilecek kötülüklere engel olmak içindir. Yine yapılan iyi amellerin sonunda da tevbe etmek, gururun önüne geçmek, kulun Allah huzurunda layıkıyla ibadet edemedim kaygısının ifadesidir. Bütün günahlardan nedamet duyma duygusu insanı tevbeye ve hürriyete götürür.
İnsan, günah ve sevab karşısında iki kutbun etkisinden kurtulamaz. Hayra teşvik eden melek, şerri teşvik eden şeytan söz konusu. Melekler cemal sıfatlarına, şeytanlar celâl sıfatlarına haizdirler. İnsan hem cemel hem de celâl sıfatına sahip. Bundan dolayı insanın celal yönü ağır basarsa günahla iç içe olur. Eğer cemal yönü çoğunlukta ise sevabla ünsiyyet bulur. Hazreti Adem (a.s.)’da hem cemal hem celâl sıfatı vardı. Bu iki sıfat Habil’de merhameti ve iyiliği doğurdu, Kabil’de ise kini, nefreti, gazabı meydana getirdi. Yani cemal Habil’de, celâl Kabil’de zuhur etti. Kabil hürriyetsizliğin, Habil ise hürriyetin sembolü oldu. Kötülükler insanın ruhunu esir alan kuvvetlerdir. İyilikler ise ruha hürriyet verir.
İnsan dünyaya gelir gelmez, şeytan ona dokunur. Dünyaya gelen çocuğun bağırması bundandır. Hatta çocuklardaki acelecilik, heyecan, hafiflik ve usluluk da bu sebepledir. Hz. Mevlana şöyle der: ”İnsan ruhunu iki emdiren var, biri melektir, biri de şeytandır.” Gerçekten de ruhumuzun aydınlanmasına yardımcı olan melekte, ruhu esir eden şeytanın rolü çok farklı…
Melekler, günahsız, masum, erkek ve dişiliği olmayan, her birinin ayrı ayrı vazifeleri olan mahluklardır. Melekler hep masum, şeytanlar ise asidir. İnsanlar da hem nur hem de nardır. İnsan iki kutup arası mekik dokumaktadır. Hayrı emreden levvame ve mutmainne, şerri emreden ‘nefsi emmaresi’ mevcuttur. Helaller ve haramlar bu sıfatlardan zuhur etmektedir. Nefsi emmare, sürekli kötülüğü teşvik eden nefistir. :Nefsi mutmainne de insan, kalben huzura gelmiş pozisyonda bulunur. Nefsi levvame de bazen kalbe itaat halleri, bazen de kalbe itaatsizlik görülür. Yani daha istenilen huzura kavuşmamış nefis, ”levvame” adını alır. İnsan, sevaplarla iştigal ederek nefsine çeki düzen verir. Böylece nefsin esaretinden kurtulup, iç dünyasında ”Sultanı Ruh”u galip kılacak hürriyetini ilan etmiş olur.
İnsana yücelik kazandıran, nefse rağmen Allah’a kulluk etmesidir. Meleklerde nefis olmadığı için sürekli itaat halindeler. Ruhu hürriyetine kavuşturmak için:
”1- Salih insandan istifade etmek,
2- Amel etmek,
3- Zikretmek” gerekiyor.
Günah arzusunun kalbe gelmesine sebep ise:
1- Cehalet,
2- Günahın görülmez gibi sapık inanca kapılmaktır.
Kul, iki dere arasında kendine yön vermeye çalışmaktadır. Tercihini günah istikametinde yoğunlaştıran insan, şeytanın kontrolüne girmiş demektir. Eğer tercihini helal dairesinde kullanırsa meleklerin kontrolü altına girmiş demektir. Aklın yardımcısı melek, nefsin yardımcısı şeytandır. Aklın zaten iki öğesi var. O da adalet ve hürriyetdir. İslah edilmemiş nefsin ise zulüm ve esaret denilen unsur mevcutdur.
İnsan’ın aslı cevherdir. İnsan ölümünden sonra cesedi madde alemine, ruhu mana alemine rücü eder. Madde yönüyle ”Bayağılığa”, ruhu itibarıyla da ‘yüceliğe’ meyil arzeder.
İnsan dünyada iken şu üç unsura dikkat etmesi gerekiyor:
1- Şeytana muhalefet,
2- Nefsi islah etmek,
3- Kötü arkadaşlardan uzak kalmak.
Bu üç emniyet mekanizmasını şiâr edinen bir kimse, kolay kolay günah işlemez. Nasıl ki, sevaba giden yolda sebepler varsa, günaha giden yolda da şeytan nefis ve kötü arkadaş gibi sebepler söz konusudur. Yani hürriyetle hürriyetsizlik arasındaki vasıtaları iyi seçmek lazım.
Beşer olmamız itibarıyla, günah işleyebiliyoruz. Bu durumda tevbe silahına sarılmak gerekiyor. Peygamberimiz (s.a.v.) dahi, Habibi Hûda (Allah’ın sevgilisi) olduğu halde tevbe ederdi. Hele biz acizler, daha çok tevbe etmeliyiz. Böylece tevbe silahı ile nefsimizin esaretinden kurtulabiliriz.
Tevbe de üç çeşittir:
1- İnsanın kendi kendine yaptığı tevbe,
2- Camilerde Hocaların cemaate topluca tevbe ettirmesi,
3- Evliya elinden tevbe etmek. (İnabe)
İnsan, zaman zaman tevbe ettiği halde günahlardan kurtulamıyor. Hatta camide hocaların belirli günlerde tevbe yaptırdığı halde kul olarak bir türlü düzelemiyoruz. Bir de evliya tevbesi var ki, bu tevbeye ”Nasuh tevbesi” veya ”İnabe” denir. Mezhebimizin imamı, büyük deha olan İmam-ı Azam, evliya elinde tevbe etmiş ve şöyle demiştir: ”Eğer son iki yılımda Cafer-i Sadık’ın elinden tutmasaydım (görmeseydim) numan helak olurdu.”
İmam-ı Gazali gibi nice alimler sonunda evliya kapısına gelerek hakikat meyvesinden tatmışlardır. İmam-ı Gazali daha önceleri tarikate muhalif idi, daha sonraları bir vesile ile tarikata girmiş ve Şeyhin terbiyesi altında ”Hüccetül İslâm” olmuştur.
İmam-ı Gazali, Ali Fermadî Tursi (k.s.)’in terbiye dairesine girerek gerçek hürriyete kavuşur.
İnsan ister alim olsun, ister sade bir müslüman, her an için tevbe etmeye muhtaçtır. Kul tevbe edince acizliğini ortaya koyar. Tevbe, bütün günahları temizleyen bir silah, yeter ki can-u gönülden yalvarıp, yakararak tevbe edilsin… Tevbe hem nefsin, hevasından kurtuluş ümidi, hem de şeytana baş kaldırarak, hür olduğumuzu ispatlamaktır.
Hz. Mevlana da, ”Ne olursan ol” diyerek tevbe etmeye çağırıyor. Ve ekliyor: ”Bu dergah ümitsizlik kapısı değil” diyerek mutlak hürriyete giden yolu gösteriyor.
İnsan tevbe-i nasuh ederek, kibir, gurur, riya, ucub ve geçmiş günahlardan pişmanlık duyarak, yeniden bir hayata başlangıç yapmanın adımını atar. Demek tevbe hem başlangıçta hem de sonda hayırlara vesile olacak bir kapı. Hz. Mevlana’nın ”Bin defa da tevbeni bozsan yine gel, yine gel” seslenişindeki sırrı anlayabiliyorsak, o zaman tevbe gibi büyük bir nimetin idrakine ermişiz demektir. Peygamberimiz (s.a.v.) Allah’ın elçisi olduğu halde günde yetmiş kere tevbe ederdi. Sahabe de Resulullah (s.a.v.)’in izinden giderek tevbe halkası oluşturup, bu halkayı tabiine devreder. Tabiin ise bu yüce tevbe kapısını gönül sultanlarının eline vererek, kıyamete dek devam edecek tevbe yolu kervanının işe koyulmasına vesile oldular. Böylece tevbe halkası her devirde misyonuna uygun tarzda nesillerden nesillere aktarıldı.
Nice hükümdarlar, nice zevatlar, nice zenginler, nice fakirler v.s. gönül sultanlarının eşiğine gelerek evliyanın önünde diz çöküp, ‘Tevbe-i Nasuh’ yaptılar. / (Geniş bilgi için Tevbe-i Nasuh konusu için Mevlana’nın Mesnevisine bakınız) / Fatih, Akşemseddin’in eşiğinde Fatih oldu. Mezhebimizin İmamı, Ebu Hanife, Cafer-i Sadık’ın elinde tevbe kapısının idrakına vardı. İmam-ı Şafii de ‘Şeyban-ı Râî’ de kendini buldu. Daha yüzlerce örnek bize, tevbe-i nasuh yapmamızı gerektiriyor. Çünkü Resulullah (s.a.v.); ”Allah’a andolsun ki ben günde 70 defadan ziyade (istiğfar) Allah’tan yarlığamayı talep edip tevbe ederim’ buyuruyor.
Tevbe, masivadan sıyrılarak Allah’a gidilen yolda ilk adımdır. Tevbesiz hiç bir yere varılamaz. Gönüller ancak ve ancak tevbe ile menzile ulaşır. Allah’ın huzurunda pişmanlık ve nedamet duymak kadar güzel bir olayın adı: Tevbe’dir. Bütün sahte mabudların esaretinden kurtulup Allah’a sığınmak ”hürriyet”tir.
Velhasıl, tevbe mutlak hürriyete giden yolun ilk kapısıdır.