BİLGİ ÜRETİMİ VE İSLÂM
ALPEREN GÜRBÜZER
İCTİHAD KAPISI
Herkes, körü körüne taklide yönelirse, bilgi üretilemeyeceği gibi, ilim talebi de ortadan kalkması muhtemeldir. Her fikrin prensipleri ve dogmaları vardır. Bütün “izm”lerin dogmaları akıla, felsefeye ve ideolojiye dayanır. İslâm’ın nassı Kur’an ve hadistir.
Nasslar, dünyada bütün olmuş, olacak olayları hükme bağlamış olsaydı, milyonlarca kitap metinleri olacağı gibi, bunları ne yazmak mümkün olacaktı, ne de okuma imkânı bulabilecektik. Bundan dolayı Kur’an ve hadiste açık ve anlaşılması güç nassların, ictihad yoluyla açıklığa kavuşturulması gerekir. Bundan dolayı İslâm âlimleri, içtihadın dini bir vazife olduğunda hem fikirdirler. Çünkü kitap ve sünnet her meselenin açık hükmünü içermez. İçtihadda bulunma yetkisi “müçtehid” denilen âlimlere ait. Müçtehit, Kur’an’da ve İslâmi hükümlerde anlaşılması zor olan kaidelerden hüküm çıkarabilecek kapasitede olan ilmi ile amil olmuş zatlara denir. Herkes ictihad yapamaz, ictihad yapacak olanların birtakım özelliklere haiz olması şarttır.
İçtihad’ın genel manası; Kur’an ve hadiste bir meselenin açık olarak bulunmadığı zaman, gerekli hüküm ve bilgiyi temin için başvurulan metottur. Hükümlerin açıklığa kavuşturulması için, o konuların uzmanları denilen müctehidler, olanca gücüyle fikir üretip, meselelerin aydınlığa kavuşturulmasında önemli rol oynarlar. Resûlüllah (S.A.V.)’in Muaz b. Cebel’e bir takım sorular sorması üzerine Muaz b. Cebel’in; “Re’yimle ictihad ederim” cevabını vermesi İslâm da bilgi üretimine ruhsat verildiğinin ispatıdır. Yine Hz. Peygamber’in (S.A.V.), Mu’az’a “aradığın hükmü kitap ve sünnette bulamazsan” sual sorması da, her mevzunun açık olarak Kur’an ve hadiste bulunamayacağının göstergesidir.
İngiltere’de yazılı bir kanun bulunmadığından dolayı hukuk adamı orada, örf ve âdeti açıklayan makam olarak görülür sadece. Fransa, Almanya, İsviçre ve Türkiye gibi yazılı kanunların bulunduğu ülkelerde ise hukuk ilkelerine açıklık getiren Hukuk Hâkimleri söz konusudur. Görüldüğü gibi, insanoğlu tarafından hazırlanan, ister yazılı kanunlar, isterse yazılmamış örf ve adetlerin açıklığa kavuşturulması için bir muhatap makam gerektiriyorsa, pekâlâ kutsal metinler (nasslar) dediğimiz Kur’an ve hadislerin içtihadı için de “ehli hal ve akd” zümresi dediğimiz makamın olması tabiidir. Ehli hal akd zümresi nassların inceliğine vakıf, aynı zamanda anlaşılması zor olan meselelerin vuzuha kavuşturulmasında birinci derecede etkili tabakadır. Osmanlı’da Süleyman Kanunnameleri hazırlandığında devrin ulema ve umera denilen “ehli hal ve akd” zümresinin re’yine başvurulmuştur. Onların görüş ve düşünceleri istikametinde kanunnameler oluşturulmuştur. Yani pramidin tepesinde ulema ve umera vardır.
Her yeni mesele ve ilerleme, bir toplumun alışılmış kalıplarından sıyrılması ve kopuşu olacağından, ictihad ve bilgi üretimi bu yüzden lüzumludur. Müctehidlerce aydınlanmayan toplumun, cahil ve cühelanın (fikir şarlatanlarınca) aydınlatmasının getireceği sonuçları düşündüğümüzde, toplumun çözülmesi dediğimiz durumun ortaya çıkacağı muhakkak. Nass’ları devrimizin şartlarını gözönünde bulundurarak değerlendirmek esas olanıdır. Hakeza İslâm’ın ışığında her devri aydınlatmak genellikle hür düşünceyi gerçekleştirecektir. İslâm bütün çağları aydınlatan, ihata eden yüce bir dindir. 12. asırda ictihat kapısını kapatan bir kısım ulema, yine bir kısım fikir şarlatanlarınca toplumun istismar edilmesine zemin hazırlamışlardır. Bu yanlışın neticesinde körü körüne skolâstik zihniyetin uğursuz kapısının aralanmasına neden olmuşlardır.
Batının nassları akıl, ideoloji ve felsefe dedik. İslâm’ın ise Kur’an ve hadis olduğunu belirtmiştik. İşte batı ile doğuyu ayıran en belirgin nokta burada düğümlüdür. Birinde vahyin öncülüğünde asrın meselelerine bakış açısı, diğerinde ise kuru mantık çerçevesinde olayları çözme cehdi var. Vahye inanmayanlar, ister istemez bir “izm” peşinde koşacaklardır. Onların deli gömlekleri ideolojileridir. Üstelik izm’lerin tarihi eski değildir, yenidir. Her ideolojinin ömrü kısa vadelidir. Dolayısıyla ideolojiler her devrin şartlarına göre doğmuşlardır. Şartlar ortadan kalkınca tekrar kurucuları ile birlikte tarihin sayfalarına gömülmüşlerdir. Demek ki izm’lerin yazıtları, ideolojileri, felsefeleri vs. herne varsa tümünü toplasan kendi devirlerine hitap eden geçici reçeteler oldukları görülecektir. Kur’an’ böyle değil, O’nun en büyük özelliği bütün çağlara hitap etmesidir. Zaten insanoğlu bugüne kadar hep mukaddes metinlerin sesine kulak vermiş, hatta o dört elle sarıldıkları kutsal metinleri terkettiklerinde pişman olup tekrar ona koşmuşlardı. Çünkü ruhu dolduracak aydınlık sadece o kaynaklar da mevcut.
İçtihat kapısını kapatma hevesi, körü körüne taklitçilik(kopya) hastalığını doğurduğu gibi bilgi üretimine de mani teşkil edeceği muhakkak. O halde “fikir üretme! üretene de fırsat verme!” anlayışı ictihatın önünde en büyük engel olsa gerektir. Bütün bu olanlardan sonra birde demezlermi; bizde ilim adamı yetişmiyor diye. Bu tarz ah-ü vahlar, serzenişler hep aynı yaşadığımız kısır döngü olup, aslında bunlar bizim içler acısı manzara-i umumiyemizin birer fotoğraf kareleridir. Oysa dinimiz ictihad yapmayı irşâd vasıtası olarak görür sadece.
Peygamberimiz (S.A.V.), içtihadında hata yapana dahi mükâfat olarak bir sevap müjdeleyerek bilgi üretimini teşvik etmiştir. Hakeza içtihadında tam isabet edenin de iki sevap alacağını beyan buyurarak ilim yolunda mükemmelliği yakalama esastır yönüne de işaret etmişlerdir.
Müslümanların bilgi üretimi noktasında başvuracağı kaynaklar:
1.Kitap
2.Sünnet
3.İcma-i ümmet
4.Kıyas-ı fukuhadır.
Hz. Peygamber (S.A.V.), uygulamalarıyla fikri üretimi teşvik ettiği gibi, ashabına gerek huzurunda ve gerekse gıyabında ictihad yapmasına da müsaade verilmiştir. Hoş karşılanmayan durum sadece, Resûlüllah’ın (S.A.V.) huzurunda tek başına ve O’nun tasvibine sunmaksızın fikir yürütmektir. Bu tür ilkeler günümüz için de geçerli. Derler ki: “Âlimin yanında dilini, evliyanın yanında kalbini sağlam tut.” İslâm’da fikir ve bilgi üretimi yanında edep de çok önemlidir. Edep herşeyin üstünde, lütufla dönüşün anahtarıdır çünkü. Aynı zamanda “Edeple varan lütufla döner” sözü adabın önemini ortaya koyuyor.
İSLÂM, HAYATIN BÜTÜNÜNÜ BİLGİLENDİRİR
Yukarda adap ve edepten mahrum meclisleri, âlimler değil şarlatanlar ve şeytanlar idare eder demiştik. Yani illa da adap ve edep diyoruz. Edeple varmayan lütufla dönemez, dönmüş olsa da tard edilmiş, yani dergâhı ilahiden kovulmuş olarak döner diyoruz. Ki, Allah muhafaza, adapsızlık çok tehlikeli durumdur. Malum olduğu üzere Şeytanın bilgeliği tartışılamazdı, gerçektende öyle idi. Dolayısıyla şeytan meleklerin de üstünde bir makama sahipti ve bilgeliği baş sermayesiydi, ama nereye kadar? İlahi bir imtihanla birlikte ipliği ve bilgeliği pazara çıkarıverdi. Nasıl mı? İlahi Emr’in dışına taşarak “Âdem topraktan, ben ateşten” diyerek secde etmediği gibi emri ilahiye’ye de itirazda bulundu. Netice malum, İlahi hüküm gereği; İlahi Huzur’dan tard, ebedü’l ebed kovulma ve nar-ı cehennem’e çarptırılıyor. İctihat güzel şey, ama haddini ve hududunu bilmek kaydıyla güzel. Hülasa-i kelam bu yolda adap erkân şart. O halde hangi ortamlarda ne tarz davranılacağını bilmek gerekiyor.
Ashab, Resûlüllah’ın (S.A.V.) huzurunda ictihat yapmış yapmasına ama adabını, usulünü ve kaidesini bilerek hareket etmiştir. Mesala Namaza ne ile davet edileceği hususu Hz. Peygamber (S.A.V.) ile ashabı arasında istişare konusu olmuş, sahabiler kendi görüş ve düşüncelerini ileri sürmüşler, sonunda Abdullah bin Zeyd’in rüyasına uygun olarak ezan kabul görmüştür. Bu tür örnekler bize gösteriyor ki, ashabın Resûlüllah (S.A.V.)’la arasındaki cereyan eden içtihadın yapılabilirliğini ortaya koyuyor. Peygamberimiz (S.A.V.) hayatta iken, bizatihi kendisi ictihad yaptığı gibi, üstelik ashabına da ictihad yapma ortamını sağlamıştır. Resûlüllah (S.A.V.) dar-ı bekaya intikal edince nassların (mukaddes metinlerin) kaynağına başvurma imkânı ortadan kalkmış, yerine sahabe içtihadı ağırlıklı olarak ortaya çıkmıştır. Nitekim Resûlüllah (S.A.V.)’ı gören sahabe sayısı 140 bin civarında, ama hüküm aktaran ashab müctehidi 130 kadardır. Sahabe’nin izlediği metod; kitap ve sünnette açık hüküm bulunmadığı zaman, re’yi ile hüküm vermekti. Zira Sahabe ferdi görüşlerini istişarelerle hükme bağlamışlardır hep.
Hz. Ebubekir ve Hz. Ömer, her gün yeni bir mesele için ashabı toplar, istişare eder ve istişarenin ardından hüküm verirlerdi. Demek ki görüş ve karar vermede istişare vazgeçilmez unsurdur. Günümüzde hiç kimseye sormadan, danışmadan kendi kişisel mantığından hareketle tek başına karar verme hastalık halini almış adeta. Bu durum başkalarını hiçe sayıp, kendi görüşünü doğru bilmek gibi bir patolojik duygunun yansımasıdır. Ashab içtihadını istişare yaparak teyit ettirirdi oysaki.
Hz. Ömer (R.A.); Kadı Şurayh’a şöyle der: “Kitaptan açıkça anlayabildiğinle hükmet, eğer kitabın tamamını bilemezsen, Resûlüllah’ın hükmettiği ile hükmet, bunun hepsini bilemezsen doğru yolda olan alimlerin kazaları ile hükmet, bunların da tümünü bilemezsen re’yinle ictihat et, alim ve salih kişilerle de istişare eyle..”
Bigi üretiminde, konunun ehli olan uzmanlarla görüşmek, onların fikirlerine başvurmak ve faydalanmak şarttır. Bilge insanlardan mahrumiyetlik, yanılgıları beraberinde getirir. Sağlıklı karar ve hüküm vermenin yolu, âlimin eşiğinden geçmekle gerçekleşir. İmam-ı Azam, İmam Şafi, İmam Hanbelî ve İmam Malik gibi zatlar incelendiğinde, arkalarında bilge şahsiyetlerin olduğu görülecektir. Ebu Hanife’nin üstadı Hammad b. Ebu Süleyman, İmam Şafi’nin arkasındaki deha ise İmam Malik ve Ebu Hanife’nin talebesi olan Muhammed b. Hasen’dir. İmam Malik’in üstadları ise Medineli yedi fakihin talebeleri olan Zühri Nafi, Eb’z-zinad, Rabiatur’ya ve Yahya b. Said gibi zatlardır. Ahmed b. Hanbel ise uzun süre İmam Şafi’ye talebelik ettiğinden, O’nu Şafii mezhebinden sayanlar bile olmuştur. Kısaca bilgi yolunda, bilge kişilerle ünsiyet kurmak, onlardan ders almak gerekiyor. İmam-ı Azam gibi zatlar gökten zembille inmediğine göre, bu işin yolu ve kaidesinin bu olduğu kabul edilmelidir. Bu zamanda ya âlim olacaksın ya da bir âlimin eteğine yapışacaksın, üçüncü durumda olmamalı. Madem âlim değiliz o halde bir bilene gitmemiz ve onun bilgisine başvurmamız lazım. Eğer bilge yolunda icazet aldıysak toplumu aydınlatıp insanların karanlıklara sapmasına mani olmalı. Gerçi asrımızda cehalet alabildiğine hız kazanmış, maddi değerler baş tacı olmuş, manevi değerler alt üst olmuş olduğundan, bilge kişiler mumla aranır oldu. Az da olsa böyle şahsiyetler mevcut. Bu erdemli bilgeleri arayıp bulmak vazife olmalı. Çünkü bilge ayağa gelmez, ayağına ve eşiğine gidilir. Resûlüllah (S.A.V.) buyuruyorlar ki: “Devlet reislerinin en iyisi âlimlerin yanına giden, âlimlerin en kötüsü de devlet reislerinin yanına gidendir.”
Hadisi şeriften de anlaşıldığı üzere, sultan ve devlet yöneticisi de olsan âlime koşmanın ve ziyaret etmenin gerekliliğine işarettir. Yavuz Sultan Selim’in kaftanına bir âlimin atının ayağından sıçrayan çamur üzerine, elbisesini ilme hürmeten muhafaza altına alması, âlimlere verilen ehemmiyetin bir göstergesidir.
Kur’an ayetleri teferruatı değil, ana ilkelerden söz eder. Mesela; Kur’an’da ‘’namaz kılınız“ emri vardır, ama nasıl namaz kılınacağına dair teferruat ve ayrıntı yoktur. Namaz, zekât oruç gibi ameli konuların, ayrıntılarını Peygamberimiz (S.A.V.)’in yaşantısından ve sözlerinden öğrenebiliyoruz ancak. Eğer Kur’an-ı Kerim ayrıntılara girseydi, içtihada ve fikir üretimine gerek kalmazdı. Aynı zamanda her tarafa monotonluk hâkim olurdu. Ayet’i Kerimelerin ince ayrıntılarını ve pratiğini Resûlüllah (S.A.V.) ile ashabın açıklamaları ile aydınlanabildiği gibi ictihat ehli bilge insanların görüşleri ile de birçok konular açığa kavuşturulmuş olur.
İlk gelen ayetler inançla ilgilidir. İkinci dönemde gelen ayetler ise miras, evlenme, boşanma, zina, katl, savaş ve barış meseleleriyle birlikte hırsızlık gibi konularda uygulanması gereken ceza-i müeyyidelerle alakalı konulardır. Kur’an-ı Kerim’de bir yandan itikadi değerler, diğer yandan da sosyal hayatı düzenleyen prensipler sözkonusu olup, İslâm’ın boşluğa inmediğinin bir delilidir. Zaten realite, boşluk kabul etmediğine göre, İslâm hayat dinidir ve hayattan ayrı olarak değerlendirilemez de. Hıristiyanlıkta “Sezar’ın hakkı Sezar’a, İsa’nın hakkı İsa’ya” düsturu esastır. Bu düstur dinin hayattan ayrı olarak değerlendirilmesi demektir. İslâmiyet’te din, sadece vicdan işi olarak telakki edilemez, içtimai hayatın bütünüyle ilgili hükümleri ve nassları da söz konusudur. Bu yüzden Dinimizi sırf ibadet dini olarak niteleyip, onu ekonomik, sosyal ve siyasi kaidelerden ayrı görmek abesle iştigaldir.
Velhasıl, İslâm hayatın bütününü bilgilendirir.
Vesselam.