Ana Sayfa » Genel » Biyogenez ve Abiyogenez

Biyogenez ve Abiyogenez

BİYOGENEZ VE ABİYOGENEZ

ALPEREN GÜRBÜZER

Bir canlı organizmanın nasıl meydana geldiği uzun yıllardır tartışılmaya neden olmuştur hep.. Hatta önceleri aşağı organizasyonlu canlıların kokuşmak üzere olan organik maddelerden meydana geldiğine inanılırdı. Daha sonraları ise her canlının kendine benzer bir canlıdan meydana geldiği fikri doğdu. Bu iki fikir genelde abiyogenez ve biyogenez başlığı altında tartışılarak günümüze kadar devam etmektedir hala.
Cansız elementlerden aminoasitlere, amino asitlerden kooservatlara, kooservatlardan proteinlere, proteinlerden de tek hücreli canlılara ve en nihayet kompleks yapılara doğru gelişmenin teorisidir abiyogenez. Şayet yaşanılan yaşanılan hayat abiyogenezi doğrularsa bu durum yaratma iradesinin iptali değil, bilakis yaratılış gerçeğine yardım etmiş olacaktır. Muhtemeldir ki, Hz.Adem (a.s) bizim ana rahminde bulduğumuz ontogenezis gelişim evresinin bir değişik benzer süreci toprağın rahminde ontogenezisini tamamlayarak ruha kavuşmuştur. Hz. Adem (a.s) ile Havva anamız cennet yurdunda mutlu bir hayattan sonra çamur dünyaya inmiştir imtihan gereği.
Biyogenez ise canlıdan ancak canlı yapıların meydana gelebileceğinin ifadesidir. Malum olduğu üzere canlının temelini hücre oluşturur. Hücre çoğalmasını bölünerek gerçekleştirir. Yani hücre büyüdükçe belli bir kıvama gelerek bölünmek zorunda kalır. Hücre bölünmesinden amaç; yeni bireylerin meydana gelmesi için eşey hücrelerini oluşturmaktır. Malum olduğu üzere ilkel canlılarda üreme olayı, hücre içinde daha kromozomlar teşekkül etmeden çekirdek ve stoplazmanın ikiye bölünerek çoğalması şeklinde yani amitoz bölünme dediğimiz metotla gerçekleşir. Mitoz bölünme; amitoz bölünme şeklinin aksine çekirdekte kromozomlar oluştuktan sonra gerçekleşen bir üreme şeklidir.. Mayoz bölünme ise eşey hücrelerinde(germ) birbirini takip eden iki nükleus şeklinde olup, iki aşamada gerçekleşen ve bu aşamaların birinde kromozom sayısı yarıya inerek, diğer aşamalarındada basit bir mitoz bölünme tarzında cerayan eden bir başka bölünme şeklidir. Öyle anlaşılıyor ki; üreme hücrelerinin gelişim evreleri incelendikçe tesadüfe meydan vermeyecek tarzda mükemmel bir sistemin işleyişine şahit oluyoruz. Gerek mikro gerekse makro alemde hiçbirşey tesadüfe meydan vermeyecek biçimde belli bir sistematik çerçevede canlının yaratıldığı apaşikar ortada, tabiki herşeyden önce bütün bu harikülade alemin idrakine varabilmek de önemli.
Çoğunlukla hücrelerde bölünme yaşanırken önce mayoz, sonra mitoz görülür ki bu duruma premeosis denir. Üreme hücrelerinde, 2n kromozomlu vücut hücrelerinin tam aksine
kromozom sayısı haploid(n)’dir. İşte bu yarıya indirme olayı sıradan bir operasyonla ya da başıboş gerçekleşmiyor, belli ki bir planın eseri olarak ortaya çıkıyor. Şöyle ki; eşey hücrelerinin kromozom sayılarının yarıya indirebilmek için mayoz bölünme sırasında erkek hücrelerinin geçirdiği başlangıçtaki gelişme evresine spermatogenez, dişi hücrelerinin kaydettiği gelişmeye ise oogenez adı verilip, her iki cinsiyet hücresi de (spermatogenez-oogenez) gelişmesini mükemmel bir proğram dahilinde üç safhada gerçekleştirerek, bu gelişme evrelerini sırasıyla Çoğalma, büyüme ve olgunlaşma şeklinde üç aşamada
tamamlarlar.
Nasıl mı?
Çoğalma aşamasında mitoz bölünme sonucu çoğalan erkek üreme hücreleri bu safhada
spermatogonyum, dişi üreme hücresi ise Oogonyum adını alır. Anlaşılan odur ki her bir aşama yeni bir değişime yelken açmak gibidir adeta.
Büyüme evresine gelindiğinde spermatogonyum ve Oogonyum hücreleri mitoz bölünme aşamasını tamamladıktan sonra bol miktarda besin depolayıp başlangıçtaki büyüklüğünün yüzlerce katına çıkarak primer spermatosit ve primer oosit adını alırlar, böylece olgunlaşma safhasına geçiş yaparlar. Olgunlaşma safhası derken ister istemez bir Allah dostunun sözleri akla geliyor; hamdım, yandım, piştim.. İşte aynen öylede üreme hücrelerinde görülen üç aşamada bunun gibi bir şey.
En son safha dediğimiz Olgunlaşma evresinde ise primerspermatosit ve primer oositler redüksiyon bölünme geçirerek kromozom sayılarını yarıya indirirler. Bunlardan birinci telofaz sonunda primer spermatozoitten iki tane sekonder spermatozoit, primer ooisitten de bir
sekonder oosit ve bir kutup hücresi meydana gelir. İkinci telofaz sonunda ise herbir sekonder spermaositten iki sperma, sekonder oositten ise ergin yumurta ile ikinci kutup hücresi oluşur. Birinci kutup hücresi genellikle ikiye bölünerek iki tane kutup hücresi meydana getirirler, ama bu arada kutup hücreleri yaşama yeteneği olmadığı için ölürler. Sonuçta bir yumurta hücresi ve dört spermatit kalır. Spermatitler ise spermhistogenez adı verilen olayla bir olgun sperma şeklini alırlar. Olgun spermalardan ancak bir tanesinin bir olgun yumurtayla birleşmesi(döllenme) sonucunda bildiğimiz 2n zigot meydana gelerek yeni bir canlının temeli atılmış olur böylece. İşte insanın embriyonik ve embriyonik sonrası macerasını ancak bu şekilde özetliyebiliyoruz. Dile kolay, bütün bu aşamaları inceleyip de hala canlılık denilen mucizevi olaya hala tesadüf deniliyorsa pes doğrusu, yapılacak tek şey bu noktadan sonra; Allah onlara hidayet versin demek düşer, ne diyelim..
Canlı alem sonderece kompleks yani çoklu karmaşık bir sistem olduğu muhakkak. Bütün dünya ülkelerin idari mekanizmalarını kurup başlarında idareci başkan bulunurda biyolojik hayat denilen serüveninde idari mekanizması olmaz mı? Elbette olur. Bilindiği gibi canlının üretim ve kalıtım olayları DNA’ca yönetiliyor. Hücrede bu iş için, yani üretim ve kalıtım olayları için binlerce enzim cansiparene halde çalışıyorlar harıl harıl.. Her bir enzim DNA ipliğindeki bir gene karşı sentezlenerek neşvünema bulup canlılık bu şekilde tanzim edilmeye başlıyor….
Biyolojik hayat; hertürün kendi içindeki polijenik evrelerin tümünü kapsayan hadisedir, yani biyolojik hayat çok menşeylidir.Dolayısıyla türler arasında nesep aramak ya da soy sop faslına girmek boşuna kürek sallamaktan başka bir işe yaramaz. İnsanın embriyolojik gelişmesi, anne karnındaki aşama aşama geçirdiği ontogenez süreci ile açıklanır ki doğrudur. İnsanlık tarihi gelişim evreleri ise filogenez olarak adlandırılırki o da doğru. Anne karnındaki ontogenez serüveni yukardada belirttiğimizi gibi Hz.Adem’in toprakta geçirdiği ontegenez sürecin özetidir zaten. Erkekler XY geni ile tanımlanıp, her iki allel genide bünyelerinde taşırlar. Kadınlar da ise cinsiyet geni XX’dir. O halde ilk insan hayat çekirdeğini kendinde toplamış olsa gerek ki; Hz.Havva anamız Hz.Adem’in eğe kemiğinden dişilik geni ile ayrılarak ailenin ilk basamağına zemin hazırlanmış ve bu ilk nüveden kıyamete kadar devam edecek olan değişik ırkların toplamını kapsayan insanlık alemi türeyecektir.. İlk aile , ilk filogenik ağaç böyle vuku buldu, bunun başka izahı yok. Evet dikkat edin ilk maymun, ilk maymun aile demiyoruz. ilk insan, ilk aile diyoruz.

DOĞAL SELEKSİYON-MUTASYON-MODİFİKASYON

Türlerin değişmesinde çevre şartlarının yol açtığı etkenlerle veya başka sebeplerle doğal seleksiyonun rol oynadığı ileri sürülse de her canlının gelişim evresi içerisinde gerçekleşebilecek değişiklikler hiçbir zaman başka bir tür canlı ortaya çıkaramıyacaktır, meydana gelen arızı değişiklikler ancak o türün kendi içinde sınırlı kalacaktır. Hakeza aynı şey mutasyon içinde geçerli. Mutasyon; hücrenin gen yapılarında ani değişikliklere denir ki, bu durum ültraviyole ışınları, kozmik ışınları, X ışınları ve kimyasal maddeler vs. nedenlerden kaynaklanan milyonda bir olan değişikliklerdir. Mutasyonun biyolojik çeşitliliğin diğer bir nedeni olarak kabül etsek ya da yeni varyasyonların temeli olarak ilan etsek dahi hiçbir zaman mutasyon başka bir tür ortaya dönüşmesi olayı değildir. Bir diğer değişim biçimi ise, kalıtsal olmayan, yani dölden döle geçmeyen çeşitlenme denilen modifikasyon olayıdır…Modifikasyonda tıpkı mutasyonda olduğu gibi bir türden başka bir türe dönüşümün aracı değildir, olamazda.
Madem Genotip(genom) bir organizmanın sahip olduğu genlerin tümüne verilen isim, o halde genotipleri farklı olan bireyler birleştiğinde fenotiplerinde de büyük ölçüde farklılıklar ortaya çıkacağı muhakkak. Bu tip farklılıklar varyasyonlarıyla birlikte dölden döle geçerek değişik kombinasyonlar oluşturacaklardır elbette. Ancak değişik kombinasyonlar hiçbir devirde veya belirli bir zaman diliminde yeni bir tür ortaya çıkaramıyacak, her tür kendi soy ağacı içerisinde kalacaktır, yani çeşitlilik yeni bir türü yaratmak değildir, aksine bu dönüşümler türün kendi içinde gerçekleştirdiği zenginliğin ifadesidir. Demek ki; mutasyona uğramış genler kalıtsal olarak dölden döle geçsede yeni bir tür oluşturamıyor. Yani organizmanın kendi içindeki değişikliklerden öte bir anlam ifade etmiyor. Zaten bu değişiklikler genel de ya bir baz ileri ya da bir baz geri şeklinde sınırlı kalan değişikliklerdir. Üstelik mutasyonların zararlı olduğu da tespit edilmiştir. Görülmüşmüdür mutasyona maruz kalıpda canlının uzun ve sağlıklı ömür yaşadığı, kalsa bile nadir vaka olarak değerlendirilir.. İstisnalar kaideyi bozmaz sözü boşa söylenmiş söz olmasa gerek. Evrimcilerin mutasyonların ancak çok az bir kısmının faydalı olduğunu ileri sürerler ki, bu bile evrimin tek başına devirmeye yeter de artar bile. Zira milyonda bir görülen istisnai uç bir olayla evrimi kurtarmak adına, alemdeki yüzbinlerce dönüşüm ve çeşitliliği açıklamaktan aciz olacakları besbelli iken bu telaş, bu endişe niye? Doğrusu anlamış değiliz. Üstelik mutasyonlar milyonda bir faydalıdır denilmesine rağmen..

DARVİNİZM VE YARATILIŞ

Darvinizmi kurtarmak adına evrimi genetik moleküler biyolojiye uyarlamaya çalışılıyorlar habire. Bilindiği gibi fosiller sedimant(çökelen tortular) tabakalar içinde meydana geliyor.. Nasıl mı? Çökelen tortular kaya şeklinde sertleşirken bir yandan da canlı artıklar basıncın etkisiyle ister istemez preslenerek kaya parçası haline geliyorlar. İşte bu kalıntılara fosil denir bu yüzden. Günümüzde kullanılan radiometrik metoddan hareketle bilim adamları yeryüzünün yaşını dört buçuk milyar yıl olarak hesaplamışlar.. Bu hesaplamalar ışığın da fosil ihtiva eden tortul tipleri tahmin edilen zaman dilimleri içerisinde jeolojik sütun olarak tasnifleniyor ve evrimciler bu sınıflamadan hareketle yeryüzünde ilk evvela omurgasızların görüldüğünü, akabinde bunları balıklar, kurbağalar, sürüngeler derken memelilerin takip ederek dönüşüm yaşandığını, böylece canlılığın jeolojik aşamaları bu şekilde sıralandığı tarzında fikir serd ederler..
Yaratılış fikrini ortaya koyanlarda yeryüzündeki jeolojik hadiselerin uzun zaman diliminde gerçekleştiğini kabül etmekle beraber canlı türlerin değişik zamanlarda çıkarak türden türe dönüşmediğini ve her türün kendi cinsinden bir anda ortaya çıktığını ifadelendirerek yaratılış gerçeğini savunurlar. Bütün bu tartışmalardan objektif olarak meseleye bakıldığında sözkonusu tasnif sıralamasında yer alan prekambiyon kayaçları arasında şimdiye kadar çok hücreli fosile rastlanılmaması evrimcilerin görüşlerini çürütüp, yaratılış fikrini daha çok güçlü kılıyor.. Öyle ya; şayet prekambiyon devrinde fosil mevcut değilse kambriyon faunasının evrim geçirmediği bariz bir şekilde ortaya çıkmış olmaz mı? İnanılır gibi değil, üstelik fosilleşmiş hiçbir geçiş formu da olmadığı halde evrimciler bu tür yorumlara tevessül edebiliyorlar.. Nedir bu telaş, yangından mal kaçırırcasına neyi ispatlamaya çalışılıyorlar anlamış değiliz. Bırakın Darvin teorisiyle kalsın, yeter ki bilimin önü tıkanmasın.
Çok hücreli canlılar özellikle hücrelerinin farklı olmasıyla göze çarparlar.. Mesela karaciğer, deri, kemik ve göz birbirlerinden çok sayıda özellikleri ile ayrılmaktadırlar.. Bu farklılıkların nedeni protein sentezinin son derece karışık düzeninde aranmalıdır. Canlının gelişmesi sırasında ortaya çıkan farklılaşma bazı hücrelerin belirli fonksiyonları için özelleşmelerine yol açar. Hücre içinde bulunan birçok yapının neden yapılmış oldukları konusunda bilgiye sahip olabilmek için hücreyi oluşturan elemanların herbirini ayırtabilecek
izolasyon çalışmalarına başvurmak gerekir. Bugün gelinen noktada hücre yapılarını birbirinden ayıran birbirinden başarılı teknik metodlar geliştirilmiştir. Biyolojik bir materyalin santrifüj tüpüne konulup azdan çoğa doğru değişik devirlerde hızla döndürülmeleriyle izolasyon çalışmaları gerçekleştirilmektedir. Aşama aşama değişik devirlerde çöktürülen sıvı örneklerinin en son safhasına gelindiğinde üste kalan sıvı kısmın daha düşük yoğunlukta bulunan hücre yapıları sözkonusu olduğundan, bu kısımda daha çok ribozomlar yer alır.
Genellikle insan hücrelerinde bir nükleolus vardır. Nükleolus RNA ve buna bağlı proteinler bakımdan oldukça zengindir.. Dolayısıyla bu maddeler kromozomda sentezlenerek nükleolusta toplanır. Nükleolustaki RNA, rRNA karekterindedir. RNA burada proteinlere ve özellikle histonlara bağlandıktan sonra stoplazmaya geçer, stoplazmaya geçen ribozomlar amino asitlerle birlikte protein sentezlenmesine önderlik eder böylece.
KROMOZOMLAR
Bilindiği gibi kromozomların sayıları ve şekilleri cinsten cinse, türden türe değişmektedir. Dikkatli incelemeler sonucunda kromozomların çok sayıda iplikten meydana geldiği gözlemlenmiştir. Peki iplikler nelerden oluşur? Elbetteki bu ipliklerin her biri kromanemalardan oluşur. Normal bir hücrede kromozomdaki kromonemalar arka arkaya defalarca bölünme geçirir ki; Kromonemaların bu şekilde uzunlamasına defalarca bölünmesine Endomitoz adı verilir. Endomitoz sırasında meydana gelen iplikler birbirinden ayrılmayıp birarada kalırlar. Bu şekilde meydana gelen ve iplik paketinden oluşan dediğimiz politen kromozomların bütün ipliklerindeki kromonemerlerin yan yana gelmesiylede bantlar oluşur. Bugün Genetik çalışmalar sayesinde elde edilen kromozom haritalarındaki genlerin yeri ile bantların yeri karşılaştırılmakta ve bu bantlarla interbantların lokus haritaları belirlenmektedir.
Lamba fırçası şeklinde dev kromozomlarda sözkonusu ki, bunlar politen kormozomlardan daha uzundurlar. Bu fırçanın ekseninde dört kromatid bulunur.. Lamba fırçası kormozomlarında diplotenden sonra bir küçülme görülür hep. Eğer kromozomlar metafaz ve anafaz safhalarında sıcak su, asit buhari, alkolik çözeltiler veya potasyum siyanür gibi maddelerle muamele edilirse yapısında spral şekildeki teşekküllerin bulunduğu görülecektir. Küçük büyük spraller şeklinde olan bu teşekküller kromonemadan başka bir şey değildir. Kromenamanın yapısında yer alan küçük sprallerin dönüm sayısı(kıvrım sayısı) çok fazla olup, büyük sprallere dik bir şekildedir. Büyük sprallerin dönüm sayısı mayoz bölünmenin profaz safhasında kromenama üzerinde görülen düğüm benzeri kısımlar kronemaların ta kendisidir. Bilim adamlarınca bugün genlerin kromonemerler üzerinde yer aldığı kabül edilmektedir. Görüldüğü gibi canlının temelini hücre oluşturur demekle iş bitmişor. Hücrenin içine de girmek gerekiyor. Nitekim giriliyorda. Hücrenin içine konuk olduktan sonra Hücrenin başkenti dediğimiz çekirdeğe de ulaşmalı ki canlının merkezden nasıl idare edildiğini çözülebilsin. Çekirdeğin merkezine varmakla da dava bitmiyor, merkezin karargahı dediğimiz ve canlının idari mekanizmasının adeta beyni sayılan DNA’ya da ulaşmak gerekiyor. Hadi diyelim DNA denen moleküler merdivenimsi spral yapıyı keşfettik, bu seferde biyolojik hayatın bu kombinezon içerisinde nasıl düzenli bir şekilde hareket ettiğini, hücreyi oluşturan bütün birimlerin hiç şaşırmadan rotasında nasıl seyrettiğini de irdelemek mecburiyeti var. Mikro alemde seyreyledikçe gelinecek en son nokta Allah demekten başka çare yoktur. Zaten hayretler içerisinde yüzdüğümüz mikro alemde en güzel mutluluk elbette Allah demek olsa gerektir.
HÜCRENİN KİMYASAL YAPISI VE PROTEİNLER
Mikro alem bununla bitmiyor, hücrenin elementer ve bileşik yönleri de var. Nasıl mı? Malum olduğu üzere Hücrenin kimyasal yapısını oksijen, hidrojen, karbon, azot, kükürt ve potasyum gibi atomlardan oluşan temel elementler ile mangan, iyot, aliminyum, çinko ve silisyum gibi atomlardan meydana gelen iz elementler oluşturur. Yine hücreyi bileşikler
yönünde incelediğimizde de organik ve inorganik bileşikler şeklinde tasnifleriz. Su ab-ı hayat derler ya gerçekten de su anorganik bileşiklerin en önemli bileşiğidir diyebiliriz. Organik bileşikleri, nucleikasit ve nucleic asitlerin dışında kalan bileşikler denilen protein, protein türevleri, karbonhidrat ve karbonhidrat türevleri, lipit ve lipit türevlerini kapsar. Bunlardan canlının nüvesinde öneme haiz proteinleri ele alacak olursak, proteinler hücre içerisinde hem fonksiyonel hemde enerji meydana getirmede aktif rol oynarlar. Malum olduğu üzere proteinler, aminoasitlerin (dipeptit, polipeptit) birleşmesiyle meydana gelirler. Proteinler uzun fibriller(lifler) ve globüler(küresel) olmak üzere iki türlü halde bulunurlar. Bu arada satırlar ilerledikçe görüyorsunuz hücre denen olayın elementer aleminde dolaşmaya başladığımızı farkediyoruz ister istemez. Nasıl mı? İzleyelim görelim.
Fibrin yapıdaki proteinler hücrede dayanıklı kısımları ve özellikle zarları meydana getirirler. Bu nedenle yapı proteini olarak isimlendirilirler. İnsan tarafından kösele olarak kullanılan hayvan derisinin dayanıklılığı bu lifsel proteinlerden ileri gelir. Globuler proteinler ise enzimatik proteinlerdir. Bu tip proteinler lifler halinde değildir. Bu nedenle yapı malzemesi olarak kullanılmazlar, nispeten küre şeklini kazanırlar. Dolayısıyla Globuler protein molekülleri hücrenin sıvı ortamında daha kolaylıkla yüzer ve kimyasal reaksiyonlarda daha kolay kullanılabilir. Yapı bakımdan da proteinler; alfa amin asitleri veya bunun türevlerini kapsar. Bileşik proteinler; bir basit proteinin diğer bir madde ile prostetik grup halinde birleşmesiyle ortaya çıkar. Enzimler ise genellikle kısa veya Globuler tipte protein molekülleridir.
Velhasıl organik bileşiklerden nükleon proteinler nucleic asit ile bir veya birkaç proteinin birleşmesinden nucleic asitler (DNA ve RNA)meydana gelmiştir. Prostetik grup olarak bulunan nucleic asitler biyolojik açıdan çok önemlidir. Bir nükleon protein bir baz ile beş karbonlu pentoz bileşiklerinde bir nucleoside, bir nucleoside fosfat grubu ile birleştiğinde ise Nükleotid, Nükleotidlerde kondansasyon yaparak bir nucleikasit meydana gelir. Nucleikasitde proteinle birleştiğinde nükleon protein meydana gelir.. Hiçbir şey görüldüğü gibi rastgele oluşmuyor, belli bir plan dahilinde zincirlemesine cerayan ediyor ve mikro düzeyde gerçekleştiğini sandığımız hadisenin, oysa büyük bir alemi dolduracak harikulade işleyiş olduğu anlaşılıyor, bu alem karşısında dilimiz tutuluyor adeta.
MİNAREMİZ DNA
Demek ki canlılarda ilgi çekici en büyük moleküller nucleic asitlerdir.. Bu moleküller ilk olarak 19. yüzyılın sonunda İsveçli biyokimyacı Friedrich Musher tarafından irin ve sperma hücrelerinin çekirdeklerinde bulunmuştur. Çekirdekte bulunduğu için nucleic asit adı verilmiştir.. Bugün çekirdek dışındaki kısımlarda da tespit edilmesine karşılık yanlış bir değim olarak hala nucleic asitler terimi olarak kullanılmaktadır. Her ne ad üzere anılırsa anılsın sonuçta nucleic asitler virüslerden insana kadar tüm canlılarda bulunduğu ve hücrenin temel hayati olayları üzerinde yönetici rol oynadığı deneysel çalışmalarla ispatlanmıştır..
O zaman Nucleik asitler hayatın temeli mi, ya da başka bir ifade ile dirlik mi?Bu tip sorular ister istemez insanlığın zihnini daha çok meşgul edeceğe benziyor. Şu bir gerçek her keşfedilen bulgular bize Allah’ı hatırlatıyor, birtakım materyalistler umursamazlıktan gelseler de bundan kaçış kolay kolay gözükmüyor gibime. İlmin sonu yok çünkü.
Her neyse konumuza devam edecek olursak; dirlik dediğimiz iki tip nükleik asit vardır. Peki bunlar nasıl ayırtedilir derseniz, yapılarında bulunan şeker molekülüne göre deoksiriboz ihtiva edenlere Deoksiribo nucleic asit (DNA), ribonükleikasit ihtiva edenlere de Ribo nucleikasit (RNA) diye tanımlayarak elbet. Her iki tip nucleic asitte beş karbonlu şeker molekülü ihtiva eder. Fakat riboz da ki aynı C(karbon) atomuna bağlı olan OH(hidroksil) grubu yerine, deoksiriboz da bir Hidrojen mevcuttur. Nucleic asitlerin hidrolizle ayrıştırmalarıyla beş karbonlu şekerler yanında fosforik asit ve organik bazların varlığı da tespit edilmiştir..
Neymiş bu organik bazlar acaba? Biraz daha mikro alemde seyreyleyelim bakalım ne çıkacak bu işten?
Organik bazlarda pirimindin ve pürünler olmak üzere iki çeşittir.. Yani bu temel iskeletin serbest bağlarına çeşitli atom veya atom gruplarının bağlanmasıyla değişik pürün ve piri midinler meydana gelir.Dolayısıyla primidinleri citizen, timin, urasil oluşturur, pürünler ise adenin ve guanon oluşturur.
DNA tüm dokularda mevcut olup, doku hücrelerinde DNA miktarı birbirinin aynısıdır, ancak eşey hücrelerinde bu miktar diğer hücrelerinin yarısı kadardır. Watson ve Crick’s ikilisinin elde ettikleri deneylerden hareketle DNA’nın telsel bir yapıya sahip olduğunu, ikinci çalışmalarda H(hidrojen) bağların mevcudiyetini gözlemlediler, derken üçüncü çalışmalarda DNA’daki fosfat gruplarının molekülün dış tarafında yer aldığının farkettiler. Sonraları M.F.H.WILKIN ve arkadaşlarının X ışını kırınımı deneylerinden elde ettikleri sonuçlarla ipliklerin gerilmiş bir şekilde uzanmadığını fakat uzun helezonlar (heliksiler) şeklinde kıvrıldığını ve her bir heliksin iki molekülden yapıldığını göstermişlerdir.. Bu buluş sonunda tıpkı örgü ipliklerinde bükülmesinde olduğu gibi daha çok sağa bükülü bir heliksi şeklinde olduğu ortaya atılmıştır. Böyle bir yapı bir minare merdiveni görünümünde dersek isabet etmiş sayılırız. Minarenin tepesine çıkıldığında tüm aleme tevhid ilanı yapılır ya, işte DNA da hücresel faaliyetlerin bir değişik duyurusudur diyebiliriz.. Öyle ki minarenin basamakları pürün ve pirimidin çiftlerinden meydana gelmiştir. İster adına çiftlerin izdivacı deyin isterse birleşmeleri deyin her ne derseniz deyin her pürün kendine olan primidine zayıf H bağları ile bağlanır. İnsanoğlu gönülden bağlanırda pürin ve pirimidinler bağlanmaz mı? Ne mutlu gönülden gönüle bağlanıpda yol bulabilene.
Herhangi bir canlı organizmanın DNA ‘sı ondaki pürinlerin miktarı pirimidinlerin miktarına eşittir. Ancak Adenin+Timin orantısı değişik canlılarda çok çeşitli değişiklikler gösterir.
Güncel yaşamımızda kimliklendirme olmazsa karışıklığa meydan vereceği muhakkak. Burdan neye varmak istediğimi merak ettiğinizi tahmin ediyorum. Neyse hemen merakımızı giderelim. Şöyle ki; DNA molekülünde merdivenin her bir kenarında kardeş moleküllerin birbirine zıt yönde bulunuşu da oldukça gözlerden kaçmayacak derecede çok ilginçtir. Bu sayede DNA molekülünün iki ucu birbirinden kolaylıkla ayırt edilebiliniyor. Çünkü şeker organik kökleri nükleotid zincirinde simetrik olarak yerleşmişlerdir. Molekülün bir ucuna doğru her şeker molekülü (3) numaralı karbonu ile fosforik aside bağlanırken diğer ucuna da (5) numaralı karbonu ile fosforik asit bağlanır.. Bu çift durum genetiğin kimyasal mekanizmasının temelini teşkil eder. Kelimenin tam anlamıyla baz, deoksriboz ve fosforik asit moleküllerinden meydana gelen üçlü topluluğa nükleotid, buna uygun olarak da DNA zincirine ve polynucleotide adı verilir böylece.
DNA molekülünü şu şekilde özetlemek mümkündür;
-İki zincirden kurulmuş olup bir eksen etrafında kıvrılarak düzgün bir çift sarmal meydana getirirler.
-H(hidrojen) bağları ile bağlanmış olan bazlar daima sarmalın iç kısmında yer alarak bir şeritteki Adenin karşısına diğer şeritte mutlaka timin, guanon karşısına ise mutlaka sitozin gelecek şekilde dizilip, bu complementary olan çiftler iki zinciri birbirine bağlıyan H (hidrojen)köprüleri ile karşılıklı tutunurlar.
-Aynı zamanda zincirlerin yönü birbirlerine zıt olup, birinci zincirdeki fosfat, şeker bağları(5), (3) şeklinde olmasına karşılık diğerindeki fosfat şeker bağları(3) (5) şeklindedir.Böylece kimlik krizi yaşanmasına geçit verilmemiş oluyor..
Velhasıl cansız sandığımız DNA, tüm hücresel faaliyetlere imza atan dirlikmiş meğer. Vesselam.

Hakkında: dedekorkut1

İlginizi Çekebilir

Surelerin Sıralı Olarak Listesi

Surelerin Sıralı Listesi Namaz Surelerinin Sıralanışı Kuranı-ı Kerim’de Fatiha suresinden Nas suresine doğru bir sıralama …

Bir Cevap Yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir