Ana Sayfa » Genel » Can Boğaza Geldikten Sonra İnansan, Ne İşe Yarar Ki?

Can Boğaza Geldikten Sonra İnansan, Ne İşe Yarar Ki?

CAN BOĞAZA GELDİKTEN SONRA İNANSAN, NE İŞE YARAR Kİ?

ALPEREN GÜRBÜZER

Kul iman üzere hayatını tanzim edip, şeksiz şüphesiz bir şekilde ahir ömrünün sonuna kadar ehlisünnet itikadı doğrultusunda amel işleyerek geçirirse gerçek anlamda hayat bulur. O halde itikadımızı can bedenden çıkmadan korku ile ümit arasında muhafaza etmeli ki kurtuluşa erebilelim. Din akide üzerine kurulu çünkü. Akide olmayınca imanda olmaz zaten.
Şurası muhakkak; İslam’ın zahiri kaide kurallarını ela alan ilminde hata etmek hoş görülmüş, ama tevhit ilmi öyle değildir, Tevhit ilminde ihtilaf etmek bidattir. Her şeyden öte itikat hata kabul etmez, zaten böyle bir hata baştan küfürdür. Ancak hata ile söylenen elfaz-ı küfür böyle değil, yani ‘sehven söylenilmiş küfür sözler’ küfre götürmez, ama tövbe etmeyi gerektirir. Keza dil sürçmesiyle söylenen küfür sözlerde bu kapsamda değerlendirilir. Bir kimse baskıyla, zorla küfür söz söylerse yine kâfir olmaz, fakat bir başkasına küfür söz telkininde bulunan küfre girer. Bilindiği üzere müşrikler Ammar’ı inancından dolayı kafasını suya soktular. O bütün gücüyle birinci ve ikinci daldırışlarda Kelimeyi Tevhidi ikrar etmeye devam etti, artık üçüncüye geldiğinde artık takatinin kalmadığını anlamıştı. Ne yapabilirdi ki? Nihayet bir noktadan sonra müşriklerin beklediği cevabı söyler de:
— O peygamber değildir, diye.
Bu cevap karşısında Ebu Cehil’in gözlerinde zafer şimşeği çakmış ve ardından şöyle der:
— Ha! Şöyle ol, daha ne istiyorsun baban ve annen gibi pisipisine ölmekten kurtuldun.
Fakat müşrikler Ammar’ın ikrarını yeterli bulmamış olsalar gerek ki ona Lat ve Uzza tanrıdır lafını söylettirmeyi de ihmal etmezler.
Ammar bütün bu olanlardan sonra kalktı Habib-i Kibriya’nın huzuruna mahcubiyet içerisinde çıkıp şöyle dedi:
— Ya Rasulullah! Bana zorla söylettiler, şimdi benim halim nice olur?
Habib-i Kibriya:
— Ya Ammar! Takatinin dayanamayacak noktada iken, o sarf ettiğin sözleri ikrar ederken kalbinin durumu nasıldı?
Ammar ağlayarak cevap verdi:
— Ya Rasulullah! Kalbim her an şeksiz şüphesiz seninleydi.
Bunun üzerine Fahri Kâinat Efendimiz(s.a.v):
— Sana tekrar baskı yaparlarsa, hatta zorlarlarsa istediklerini söyleyebilirsin, dedi.
Ammar bu sözlerden derin bir nefes almıştı. Çünkü imanını kaybedip kaybetmediğinin endişesini taşıyordu, bu sefer gözlerine sevinç yaşları bürümüş ve o an bu konu ile ilgi vahiy iner de:
— İman etmesinden sonra her kim küfür hayatına dönerse… Ancak kalp iman huzuruna ermiş olarak zor karşısında diliyle küfür kelimesini söyleyen böyle değildir (Nahl 106–109). Böylece, bundan böyle hiç kimse Ammar dininden döndü ifadesini söyleme cesaretini kendinde bulamayacaktır.
Rabbül Âlemin insanın önce itikadına bakar, sonra ameline. Malum insanın son nefese kadar imanla göç edip etmeyeceği garanti değil. Ancak şunu da göz önünde bulundurmakta fayda var; can boğaza dayandığında iman etsen ne işe yarar ki? Şöyle ki; ölüm meleği o an söz konusu insanın ahiret hallerini gösterdiğinde yanıldığını anlayıp pişmanlık duyacak, ama artık kurtuluş için geç kalınmıştır. Zira hüsnü hatime denen ‘mutlu sonla çene bağlama’, ancak Salih imana sahip kullar içindir. Biliniz ki; cehennemden insanı koruyacak tek kurtuluş reçetesi imandır. İman ne alınır ne de satılır. Bu yüzden Arifler iman en büyük nimettir demişlerdir. Bakın İmamı Azam’ı sınamak için yanına bir grup inkârcı geldiğinde, O; daha onların söz söylemelerine fırsat vermeden der ki;
—Şu Dicle Nehrinde bir gemi var. Bakın tek başına hareket edip sahile yanaşıyor. Hatta gemi bir yandan kendi kendine yiyecek, içecek vs. bir sürü malzeme alıp kaptansız yol alırken, diğer yandan gideceği yerde yükleri boşaltıp geri dönüyor da. Siz buna ne dersiniz?
Adamlar:
—Tek başına bir geminin bunları yaptığı nerede görülmüş, hiç öyle şey olur mu? Dediler.
İmamı Azam Ebu Hanife;
— Madem bir gemi tek başına bu işleri yapmaya muktedir olamıyorsa, peki şu koca kâinatın kendi kendine kurulması, hareket etmesi mümkün mü? diye sual edince susmak zorunda kalıp akabinden Müslüman oldular. Bediüzzaman’da bu anlamda; Nasıl ki bir köy muhtarsız olmaz, bir kitap kâtipsiz olmaz, bir bina ustasız olmaz, keza bir ülke sultansız idare olmazsa, şu kâinatta elbet sahipsiz ve idaresiz olamaz buyurmuşlardır.
Rabbül Âlemin; “Size düşünecek bir kimsenin düşünebileceği kadar bir ömür vermedik mi? Hem size uyarıcıda gelmişti. Şimdi tadın azabı, artık zalimler için bir yardımcı yoktur” (Fatır,37) buyuruyor.
Ah! Hem de ne ah! Bir zaman aramızda olup da şimdi aramızdan ayrılan ölülerimiz bir dile gelseler belki de şu cümleleri kuracaklar:
“ Her nefes, her can kalıcı değil, bunu gerçek anlamda göçtüğümüzde anladık. Demek ki; dünyada hiç kimse durucu değil. Bir gün sizlerde göçtüğünüz vakit dost bildikleriniz mezara kadar uğurlayacaklar, ondan ötesini dünyadakiler bilmeyecekler. Adeta iyiyi kötüyü seçmeye geldik buraya. Ölüm suyundan içtiğimiz vakit neler yaşadığımızı bir bilseniz, hatta canımızın yandığını da. Şayet bizi merak edip arıyorsanız tabutumuzu sardığınız o günden bugüne buradayız. Orada ne var ne yok soruyorsanız cevaben; burası öyle bir yer ki kimine cennet bahçelerinden bir bahçe, kimine de cehennem çukurlarından bir çukurdur hadisi şerifi meramımızı anlatmaya yeter artar da. Bundan ötesini anlatmaya izin yok zaten. Zavallı sağır ve habersiz dünya! Ey dünyalılar! Bilmem halimizi anlayabildiniz mi?”
Madem durum vaziyet bu, daha ne duruyoruz, ibret alma zamanı bugün değilse ne zaman? Biz dünyalılar Allah’ü Teâlâ’yı tefekkür etmeli, ama nasıl? Bakın Allah Resulü; Allah’ın zatını düşünmeyiniz. O’nun nimetlerini ve yarattığı varlıkları düşününüz. Her ne akla geliyor, her ne hayal ve tasavvur ediliyor biliniz ki o Allah değildir buyurmakta. İmam Şafii’de; Bir kimse kendi fikrinde tasavvur ettiği varlığı Rabbi sansa Yaratıcıyı varlıklara benzetmiş olur, fakat O’nu anlamaktan aciz olduğunu ikrar ederse Allah’ın birliğine iman etmiş olur der. Sakın ola ki Allah gökleri ve yeri aydınlatandır ayetini baz alıp; Allah parıldayan nurdur diye nitelemeyin, zaten caiz değildir. Çünkü o ifade mecazidir, nur sonuçta bir ışık ve bir renktir. Miraç’ta Habib-i Kibriya Efendimiz (s.a.v) Allah’ı baş gözüyle değil, manevi kalp gözüyle gördü. Aynı şey biz insanlar için söz konusu olamaz, ancak ahirette sınırlama olmaksızın cemalullahı seyir için perdeler açılacak elbet. Bu dünyada ancak Rabbani âlimler basiret gözüyle Allah’ın sıfatlarının tecellilerini temaşa edebiliyorlar. Keza Resulü Ekrem (s.a.v); “Allah zatını nurlarla perdeledi. Eğer O perdeyi açsaydı zatının nurlarından cümle âlem yanardı” beyan buyurması buna işarettir.
Hayatını kibir ve bidatlerle donatmış insana son nefese kadar yakin ilmi açılmaz. Zira Allah (c.c); “O kibir edenleri katiyen sevmez” buyuruyor (Nahl (16),123). Hakeza yine Rabbül Âlemin; “Yeryüzünde haksız yere kibr edenleri ayetlerimizi görmekten ve anlamaktan men edeceğiz. Bu durumda onlar bütün mucizeleri görseler yine iman etmezler.. Onların bu hali, ayetlerimizi yalanlamalarından ve ondan gafil olmalarındandır” (A’raf 146) diye beyan buyurmakta. Malum kibir boynun kasılması, ya da yüzün kırışıp karşısındakini küçük görme şeklinde dışa yansımaktadır.
Mukarrebun kullardan olabilmenin ilk adımı faziletten ve takvadan geçer, asla neseb soya bakılmaz. İman zayıflığı, Salih amelden uzak kalmak kuru bir taklitçilik doğurur. Dolayısıyla kulaktan dolma bilgilerle gününü gün edenlerle yakini gören hiç bir olur mu? Elbette bir olmaz. Efendimiz (s.a.v); “Kulakla duyulan haber, gözle görmek gibi değildir” (Hakim) diyor ve devamında;
“Allah-ü Teala Tur-i Sina’da Musa (a.s)’a kavminin fitneye düşüp bir buzağıya taptığını haber verdi, Musa o anda oralı olmadı. Ta ki; Tur-i Sina’da dönüp gözüyle görünce Tevrat levhalarını yere fırlattı” (Buhari ) beyan-ı şerifiyle de örneklendirmiştir. Malum Hz. Musa ses ve harf olmaksızın, arada melek olmaksızın ve perde arkasında Allah’ın kelamını işittiği için ona kelamullah denilmiştir. Bu durumu Rabbül Âlemin Kuran’ı Kerimde ‘Ve Allah Musa ile vasıtasız konuştu’ (Nisa/164) beyanıyla bildirmişte. Demek ki; işitmek ayrı, görmek başka, iş Allah’ı bilmekte gizli. Nitekim Marifetullah ilmi avam Müslüman’ın bildiğinin kat be kat üstünde bir şey. Yeter ki niyetimizi halis tutalım, inşallah tevfik noktasına (niyetimize aldığımızla kulun buluşulması) geliriz elbet. Derken ‘Gayret bizden Tevfik Allah’tan’ niyazı eşliğinde sabırla Salih amel işleyerek azalarımız dirlik kazanıp, nihayetinde ruhumuz vuslata erişmiş olacaktır. Baksanıza kara, hava ve deniz yolları bile sabırla aşılıyor. Kaldı ki söz konusu yol Allah yolu olunca hem uzun, hem bir o kadarda ince ve zarif bir yol olduğunu fark ediyoruz. Üstelik yolda bize ait gerçek anlamda ne bir Salih amel, ne de hayır hasenat var. Her ne varsa bizde ki güç ve takat hep Yüce Allah’a aittir. Bu yüzden şu fani dünyada kalp kırmaya değmez, can boğaza dayanmadan sevelim sevilelim işi kolay kılmaya bakalım. Nitekim Rasulüllah (s.a.v); “Merhamet ediniz ki merhamet olunasınız. Affediniz ki affolunasınız” (Heysemi) diye buyuruyor.
Velhasıl; kul hayatını iman üzerine tanzim etmeli ki felah bulabile. O halde gün doğmadan gün batımı sevdamız olmalı.
Vesselam.

Hakkında: dedekorkut1

İlginizi Çekebilir

Surelerin Sıralı Olarak Listesi

Surelerin Sıralı Listesi Namaz Surelerinin Sıralanışı Kuranı-ı Kerim’de Fatiha suresinden Nas suresine doğru bir sıralama …

Bir Cevap Yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir