Ana Sayfa » Genel » Fıkhı Kavramlar

Fıkhı Kavramlar

FIKHI KAVRAMLAR

ALPEREN GÜRBÜZER

Istılah: Sözlük anlamının dışında başka anlamda kullanılan bir kelimedir.
Fıkıh: Sözlük anlamı bilmek olup, ıstılahı anlamı ise İslam Hukukuna ait şer’i bilgiler demektir. Malum, Fıkıh kaidelerini ilk olarak derleyip, toplayıp, bab’lara (bölümlere) ve fasıl’lara ayırıp öğrencilerine sunan İmamı Azamdır. Bir rivayete göre Ebu Hanife’nin şer’i hükümlerden çıkardığı fıkhı kaidelerin sayısı seksen üç bindir, bunun otuz sekiz bini ibadet, kırk beş bini de muamelat konularını kapsar.
İmamı Azamın bu özelliği dikkat çektiğinden olsa gerek şunu sormuşlar:
— Sen içtihadını Allah’ın Kitabına aykırı görünce ne yaparsın?
Ebu Hanife:
— Kendi görüşümü terk ederim demiştir
Tekrar sormuşlar:
—Ya Allah Resulünün sözlerine görüşün ters düşerse,
Ebu Hanife:
— Kendi içtihadımı Hadis-i Şeriften dolayı bırakırım.
Bu sefer başka bir soru yönelttiler:
— Madem öyle, senin sözün sahabenin sözüne aykırı düşerse ne yaparsın?
İmam-ı Azam:
— Kendi sözümü sahabenin sözü için terk ederim.
En nihayet şu soruyu sorarlar:
— Peki, Tabii’nin görüşüne aykırı düşerse ne yaparsın?
Ebu Hanife:
— Tabiin insan ise bende bir insanım diye cevap verip ictihad hususunda izlediği metodu ortaya koymuştur.
Fıkıh konusunda ilk kitap yazmakta İmam Şafii’ye nasip olmuştur. İslam’ın hükümlerini bilmek fakihlik addedilip, fıkhı bilgilere haiz bir şahsa fukaha veya fakih denir. Şurası muhakkak İslam fıkhı başka milletlerin hukukundan kopya edilmiş olmayıp, kaynağı edille-i şer’iyye ve istihsan, istishab, örf ve teamül gibi kaynakları kapsar.
Malum; Hz. Osman devrinde Mushaf çoğaltılarak İslam merkezlerine gönderilmiştir. Hatta Peygamberimizde(s.a.v); sünnetleri kayıt altına alınması için bizzat Abdullah b. Amr’ı görevlendirmiştir. Hakeza Ömer b. Abdülaziz halife olduğunda tabiinden Zühri ile Medine Valisi Ebubekir Muhammed b. Ömer b. Hazm’ı görevlendirip sünnetin tedvinini sağlamıştır.
Asıl: kıyas edilen veya kendisine benzetilen demektir.
Fer: kıyaslanan veya benzetilen demektir. Zira buğdaya göre darı ne ise asıl’a göre fer’i de o dur.
Fer’i: Şer’i hükümleri ictihad ve kıyas yoluyla açıklama ihtiyacı duyulan ameli meselelerdir. Fer’i hususu bütün gücüyle çıkarmaya çaba sarf eden kişiye müctehid denilip, hükmü açıklanan şer’i kaideye de müctehün fih denilir. Elbette ki bir mesele hakkında hüküm çıkarmak öyle kolay bir iş değil, tıpkı kuyudan su çıkarmak gibi çaba gerektirdiğinden adına istinbat da denilmiştir. Bir kere bir kişinin ictihad sahibi olması için Kur’an diline vakıf olması icab eder, bu da yetmez has, amm, mücmel, müfesser, mensuh gibi konuların yanı sıra sünnet metinleri ve senedlerinin hangi aşamalarla aktarıldığına dair birçok ana bilgileri bilmesi gerekmektedir. İşte böyle bir ehliyete haiz bir müçtehidin hükmünde hata yapması ona bir sorumluluk yüklemez, bilakis hükmün açıklığa kavuşması için azami gayret etmişliği göz önünde bulundurularak hoş görülür. Bu yüzden Habib-i Kibriya Amr b. As’a hitaben; “Hüküm ver, isabet edersen on sevap, hata edersen bir sevap vardır” müjdesini vermiştir. Kaldı ki bir müçtehide bir şey sorulduğunda şayet bilmiyorum cevabı verirse o müçtehidin ictihad sahibi konumunu iptal etmez. Nitekim Şa’bi; ‘Bilmiyorum demek ilmin yarısıdır’ deyip bu meseleyi vuzuha kavuşturmuştur. Dahası müçtehidin ister tevazu gereği isterse bilmemişliğinden olsun fark etmez bilmiyorum demek onun müctehidliğine gölge düşürmez. Bakın bir gün İmam Şa’bi de kendisine yöneltilen sorular karşısında; bilmiyorum cevabı vermiş, ama etraftan bazıları bu duruma derhal tepki gösterip;
— Koskocaman Irak fakihi nasıl olur da bilmiyorum der, bu ona yakışır mı, bundan hayâ etmiyor mu diye serzenişte bulunmuşlar.
Tabii Şab’i bu serzenişler karşısında bir müçtehide yakışır bir tavırla Kuran’ın ahkâmıyla cevap vermiş:
—Melekler Allah’a; Ya Rabbi! Senin bize bildirdiğinden başka bizim bilgimiz yoktur (Bakara–32).
Keza yine bir ayeti kerimede; Bilmediğin bir şeyin arkasına düşme, hakkında hüküm verme. Şüphe yok ki kulak, göz, kalp bunlardan her biri kendisinden, kendisiyle sahibinin işlediği şeyden sorumlu olacaktır (İsra, 36) diye buyrulmaktadır.
Şer’i hükümlerin kural ve usullerini hakkıyla bilip kendine özgü fıkıh hüküm (mezhebi) ortaya koyan zatlara Müctehid fi’ş-şer (İmamı Azam, İmam Şafii, İmam Malik gibi), müctehid olduğu halde Müctehid fi’ş-şehre tabii olan zatlara Müctehid fi’ş mezheb (İmam Yusuf, İmam Muhammed gibi), mensup olduğu mezhepte bulunmayan hükümler hakkında ictihad yapabilen zatlara Müctehid fi’l mes’ele (Kadıhan, Hassaf, Tahavi gibi), kapalı bir hükmü mezhebin usul ve kurallarından çıkarabilen zata Tahric ehli (Ebubekir Cessas gibi), bir mezhepte var olan değişik görüşleri analiz edip tercihe muktedir zatlara Tercih ehli (Ebul Hasan Kuduri gibi), kuvvetli görüşle zayıf görüşlerin arasını ayırt etmeye muktedir olan zatlara Temyiz ehli (Nesefi gibi), kendi mensup olduğu mezhebine ait hükümleri hıfz etmiş zatlara ise Mukallid (Alaüddin Haskefi, İbn-i Abidin gibiler) denir.
Deliller; akli ve şer’i olmak üzere iki kategoride incelenir. Şer’i delillere Edille-i Şeri’ye denilip, bunlar kitap, sünnet, icma ümmet ve kıyas-ı fukaha alt başlıklarıyla tasnif edilir.
Burhan; şüphe götürmeyecek derecede kesinlik kazanmış delil niteliği içerin bilgiler demektir. Emare ise burhanın tam aksine kesinlik içermeyen karine teşkil edebilecek veya ipucu bilgi demektir.
Sünnet: Takip edilen yol olup Peygamberimizin söz ve fiili davranışlarını kapsar. Malum Peygamberimizin beyan buyurduğu sözlere hadis (kavli sünnet), hal ve hareketlerine fiili sünnet, birtakım olaylar karşısında duruşu, ya da bir mesele sorulduğunda susup, red veya inkâr etmeksizin gösterdiği buna benzer birçok tavra Takrir-i sünnet diye tanımlanır. Hakeza yine Sünneti Seniye’nin fiili uygulamasına Sünnet-i Huda, Peygambere has ve adet haline gelmişine Sünnet-i Zevad diye adlandırılır. Nitekim Rasulüllah önceleri altından bir yüzük edinmişti, ama bir zaman sonra Resulü Ekrem (s.a.v); Ben onu ebediyen takmayacağım buyurmasıyla gümüş yüzük takmak sünnet hale gelmiştir.
Haber kavramı da sünnet ve hadisle eş anlamda kullanılır. Ancak haberler genel itibariyle; doğru haber, yalan haber ve fasık kişilerce aktarılan doğru olması muhtemel haberler olarak diye sınıflandırılır. Her şeye rağmen bizi bağlayacak olan, ‘Peygamberin size getirip (haber verdiği) şeyleri kabul ediniz, nehy ettiği şeyleri de terk ediniz’ (Haşr/7) ayeti kerimesinin özüne uygun haberler ölçümüz olmalıdır. Madem ortada ölçü söz konusu, o halde akıl baliğ olmayan çocukların, bunakların ve gayrimüslimlerin aktardıkları haberlere asla itibar edilmemelidir. Zaten bu bir fıkhı kaidedir.
Eser; denilince de Selefin sözü anlaşılır.
Bir kişinin yine bir kişiden, ya da sınırlı sayıda insanın yine bir grup sınırlı insandan aktardıkları sözler Haber-i Ahad diye nitelenir. Tabii ki ravilerinin sınırlı olması şüphe doğurduğundan bu tip habere zahiren ve ruhen ihtiyatla yaklaşılır. Ancak Haber-i Meşhur öyle değildir. Malum öncesinde sınırlı kişiler (bir iki kişi) tarafından rivayet edilmişken sonradan ikinci ve üçüncü asırlardan şöhret derecesine ulaşan ve asla yalan söylemesi düşünülmeyen topluluk tarafından aktarılan haberlere Haber-i Meşhur denir. Zaten bu tür haber ümmetin çoğunluğunca kabul gördüğü için ruhen şüphe duyulmaz. Nitekim Peygamberimizin; ‘Ameller niyetlere göredir’ hadis-i şerifi ve mestin caizliği hakkındaki hükmü bunun tipik misali meşhur hadislerdir.
Doğru haber vereceğinden şüphe duyulmayan topluluğun verdiği kuvvet derecesinde haberlere Haber-i mütevatir denilir. Zira Peygamberimizin; ‘Mallarınızın kırkta birini zekât olarak veriniz’ hükmü, ‘Bana yalan yere bir şeyi isnad eden ateşten oturağını hazırlasın’ hadis-i şerifi ve namaz rekâtlarını sayısı ile ilgili beyanları mütevatir haber niteliği taşır. Adil, sözüne itimat edilir kimseler tarafından problem teşkil etmeyen, ardışık senedle aktarılan haberler ise sahih hadis adını alır. Bir başka ifadeyle Raviyle ilgili tüm şartlara haiz baştan sonuna kadar pürüzsüz, bitişik (muttasıl) bir senetle rivayet edilen illetsiz haberler sahih hadis olarak adlandırılır. Bu yüzden bilhassa helal, haram ve muamelat konularında sahih hadisler kıstas alınır.
İlmiyle meşhur imamlarımızdan sadece birinin aktardığı haber garip hadis, iki veya üç kişinin aktardığı rivayet haber ise Aziz hadis olarak tanımlanır. Malum zayıf hadis adı üzerinde zayıf, dolayısıyla adil olmayan, içerisinde birçok kusurları bağrında taşıyan, güvenilirlik yönünden şüpheli, ya da cehaleti koyu olan kimseler tarafından aktarıldığı için bu adı almıştır. Dahası zayıflığına binaen; bu tür haberlere itibar edilmez. Her şeyden önce bir ravide en az bulunması gereken husus; akıl sahibi, İslam’la şereflenmesi, adil ve zabt’ı hakkıyla yerine getirme kabiliyetine haiz olması aranan şarttır. Bu da yetmez kendisinden önceki ravi ile mutabık olmalı. Bu yüzden güvenilir ravinin kendisinden de güvenilir olana ters düşmesi durumda şaz hadis adını alır. Nitekim Musa B. Uleyy’in aktardığı; Arefe günü ve teşrik günleri yeyip içme günleridir hadisi, bütün rivayetlerde yalnız teşrik günleri (Kurban bayramının ilk dört günü) yeme içme günü olarak geçer.
Tabiin ya da sahabe ile karşılaşmış birinin doğrudan sahabe adını anmadan doğrudan Peygamberimize dayandırarak rivayet edilen haber Mürsel hadis adını alır. Emin, doğru ve güvenilir ravilerin aktardıkları haberlere tezat düşmeyip, ancak günahkârlıkla vs. itham edilen bir ravilerden aktarılan haberler de Metruk hadis diye isimlendirilir. Doğrudan Allah Resulünden işittiğini dile getirildiğini beyanla bitişik veya kopuk bir senetle aktarılan haberlere de Merf’u hadis denir. Tüm ravileri sırasıyla belirterek ten aktarılan haberler de muttasıl hadis diye tanımlanır. Maazallah Rasulüllah (s.a.v) söylemediği halde söylemiş gibi sunulan haberlere de mevzu hadis denilir. Yinede mevzu hadise ihtiyatla yaklaşıp galip zan söz konusu olduğunda mevzu diye belirtip hüküm vermek esastır.
Başkasının sözünü metnin başına, ortasına ya da sonuna almak müdrec hadis olarak değerlendirilir. Hakeza sağ elin verdiğini sol elin görmeyecek yerine, sol elin verdiğini sağ elin görmeyecek türünden aktarılan haberde muzdarip hadis adını alır.
Bir adam bana nakletti türünden haber ise mübhem hadis olarak isimlendirilir.
Muhaddis: Hadis ilmine vakıf olan bilge insan demektir. Bir görüşe göre bin kadar hadis-i şerifi senetleriyle hıfz etmiş bilge haber sahibine Hafiz’ül Hadis gözüyle bakılır. Bu yüzden İmam Buhari hadis ilminde Hakim’ül Hadis unvanına layık görülmüştür. Öyle ki, “Buhari’nin bilmediği bir hadis, hadis değildir” sözü âlimlerin dikkatine mucip olmuştur. Şu da bir gerçek; muhaddisler tüm çabasını hadisler üzerine yoğunlaştıklarından içtihat davasına kalkışmamışlardır, daha çok fetva işini fıkıhçılara havale etmeyi tercih etmişlerdir. Nitekim meşhur Muhaddis Şa’bi; Biz fukaha değiliz biz ancak işitmiş olduğumuz hadisleri fukahaya ve işiteceği şeyler ile amel edecek kimselere rivayet etmiş bulunuyoruz sözü büyük önem arz eder. Yani hadisleri rivayet etmek bize düşer demekle hadisi şeriflerin ne manaya geldiğine dair içtihatta bulunmanın fukaha ehline ait olduğunu vurgulamıştır.
Hadisi rivayet eden kişilerin tümüne sened (dayanak) denilip, bir hadisi söyleyen ravilerin isimlerini sırasıyla zikredip sened halinde sunulmasına isnad denir. Raviler zinciriyle Peygamberimize kadar uzanan haber; Müsned ya da muttasıl (bitişik) adını alır. Şayet aradaki ravilerin isimleri tamamen veya kısmen söylenmişse bu haber Mürsel veya Munkati (kopukluk) ad alır. Dolayısıyla “Hepiniz çobansınız, hepiniz emriniz altındakilerden sorumlusunuz” diye zikredilen İbn-i Ömer haberi müsned hadis kapsamında değerlendirilir.
Ravi; hadis-i şerifi rivayet eden ya da aktaran (nakil) demektir. Ravi sayısı az ise al-i sened, çoksa nazil sened adını alır. Bir başka ifadeyle raviler Rasulullah’a kadar uzanan halka üç ya da dört sayıyı buluyorsa al-i sened denip bu rivayet edilen isnat da al-i isnad diye tanımlanır. Rivayet eden kişi kendisine isnad edilen rivayeti kesin kes inkâr ettiğinde ise buna cerh denir.
İcma-i ümmet: Müctehidlerin Şer’i konularda mutabık kaldığı hükümlerdir. Malum; Müctehid içtihat yetkisine haiz âlim demektir. Böyle bir müçtehidin şer’i hususlarda hüküm çıkarma çabası ise içtihat diye tanımlanır. Burada unutmamamız gereken, içtihadın ameli konularda olabileceğini, itikadı konularda içtihatta bulunulmayacağını bilmemizdir. İcma sadece Peygamberimizin varlığında başvurulacak bir delil değildi. Çünkü birinci elden başvurulacak kaynak bizatihi Peygamberimizin kendisiydi. Vakta ki Peygamberimiz ahrete irtihal eyledi işte o zaman böyle bir kaynak kendini hissettirmeye başlamış oldu. Zira asıl kaynaktan uzaklaşma söz konusudur. Derken Müctehidlerin ittifakıyla İcma delil özelliği kazanmıştır. Dikkat ettiyseniz İcma’da ‘Müctehid’ vurgusu söz konusu, halk denilmiyor. Belli ki halk ilmi konularda avam olduğundan halkın reyi İcma’dan sayılmamaktadır. Anlaşılan içtihat ilim gerektiriyor. Kaldı ki hüküm çıkarmak her yiğidin harcı değil, dahası İcma ehlinden addedilmek için Müctehid olmak icab eder. Dolayısıyla hükmü ortaya çıkarma işlemine tahric, çıkaran kişiye de mahric denmiştir.
Müçtehitlerin bir kısmının ittifak ettiği, bir kısmının ittifak etmediği hususlarda da İcma gerçekleşmez. Ancak çoğunluğun aldığı kararda bir iki kişinin aksi görüş bildirmesi İcma’ya mani teşkil etmediği şurdan belli ki Resul’ü Ekrem; ‘En büyük topluluğa tabii olunuz’ buyurmuştur.
Fıkıh âlimlerin ekseriyası İcma’nın oluşabilmesi için üzerinden illa da bir asrın geçmesi olmazsa olmaz şart olarak bakmamaktadır. Kaldı ki herhangi bir asırda yaşamış Müctehidlerin usulüne uygun ortaya koydukları görüşler de İcma olarak pekâlâ kabul görebiliyor. Ancak önceki asrın Müctehidlerin ittifak etmediği hususa, sonraki asır Müctehidlerin itiraz etmesi uygun değildir. Hatta önceden ortak kabul görmüş bir görüşü dışlamakta öyledir. Yine bir mesele hakkında Müctehidlerin bir kısmı hüküm verdiği halde diğerlerinin sükût etmesi de İcma’dandır. Zaten sükût ikrardan sayılır.
İcma’nın delil olduğunu inkâr etmek tercih edilen görüş gereği küfrü gerektirir. Fakat sükûtu icmayı inkâr eden kesinlikle küfürlükle itham edilemez. Tevatür yoluyla gelen icmayı kabul etmemek ise bidattir. İcma edilen meselenin yalnız âlimlerce bilinenin inkârı küfrü gerektirmez, sadece sapıklığına hükmedilir. İcma’nın şer’i sayılması Allah’ın ikramı olup, ümmeti Muhammed için bir kolaylıktır. Ki; bu konuda Resulü Ekrem (s.a.v); “Ümmetim delalet üzerine birleşmez” buyurarak ittifakları dikkati alınacak zümrenin büyük müçtehitler olduğunu anlarız. Müçtehitler sayesinde günümüze kadar gelen yüz binlerce mesele icmalaşarak hangi meselelerde ittifak ettikleri ve hangi meselelerde ihtilaf ettiklerini kitaplarımızda kayıt altına alınabilmiştir. Nerdeyse yeni içtihada gerek kalmayacak kadar bütün meseleleri önümüze koymuşlardır. Şimdi İma’nın delil olduğunu gösteren ayet ve hadisleri zikretmeye çalışalım:
Her kim kendisine hak açıkça belli olduktan sonra Peygambere karşı bir tutum takınır ve müminlerin yollarından başkasına girerse biz onun kendi haline bırakır ve cehenneme atarız. O ne kötü gidiştir (Nisa/115), işte ayette geçen ‘Müminlerin yollarından başkasına girerse’ ibaresi icmadır.
Sizler insanlar için çıkarılmış doğruluğu emreden kötülükten sakındıran en hayırlı ümmetsiniz (Al-i İmran/110) ayetinde geçen ‘Kötülükten sakındıran’ ifadesi de icmadır.
İşte sizi vasat bir ümmet kıldık ki insanlar üzerine şahitler olasınız (Bakara/143) ayetinde geçen ‘Şahitler’ ibaresi de icmadır. Rasulullah (s.a.v)’in; Huzeyme kime şahitlik ederse yeterlidir beyanı şerifinde zikredilen durum Huzeyme’ye has ayrıcalıktır, dolayısıyla başka birinin tek başına şahitliği kabul edilemez.
Maslahat: Bir işin hayırlara vesile olabilecek nitelikte makul görülmüş kabuller olup, bunun zıddı ise mefsedattır (bozukluk). Bir kere herhangi bir şey hakkında kabul görmüş maslahatın ilerisinde muhtemel fesat teşkil edecek eylemlere karşı tercih edilebilir nitelikte olması gerekir. Nitekim nikâhın neslin devamını sağlaması ya da cihadın dinimizi korumak açısından yararı olduğuna dayanak teşkil eden meşru işler tercih edilebilir maslahattan sayılır. Hakeza zihni her türlü hurafelerden arındırmak ise tercih edilebilir dini maslahattır. Hatta sosyal hayatı usulünce yola koyma adına birtakım maslahatı düzenlemelere gidilmesi de öyledir. Tercihin ötesinde zorunlu diyebileceğimiz maslahatta söz konusudur. Mesela aklı, dini, canı, soyu, malı korumak adına verilen kısas cezaları, tazminat ve tazir cezaları uygulamak zaruri maslahat olarak kabul görür. Bu konuda Ubade b. Sabit; ‘Evlenmemiş kimselerin zinalarından dolayı cezaları yüzer değnek ile bir sene sürgündür’ hadisini rivayet etmiş, ancak dört halife bu cezayı yüz değnekle sınırlayıp, bir senelik sürgün cezasına gerek görmemişlerdir. Gerçi Hz. Ömer bir maslahatı gözetip zina eden bir kadını sürgüne göndermişse de daha sonra bu uygulamadan vazgeçmiştir.
Hırsızlıkla suçlanan birinin suçunu itiraf etmesine yönelik dövülmesi mürsel maslahat kapsamında değerlendirilir.
Avlanmanın meşruluğu bir tür rızık kapısı olması dolayısıyladır. Ayrıca evcil hayvanların kesilmesiyle ilgili şartın hikmeti vücutlarında dolaşan kirli kanlardan arındırılmasına yönelik maslahat içerdiği içindir. Keza bazı hayvanların özellikle haşerelerin yenilmesinin maslahata uygun olarak “Allah çirkin şeyleri haram kılar” (A’raf,157) ayetiyle yasaklanmıştır.
Şirketleşme birçok kişinin tek başına iş yapma becerisi sergileyememe durumuna binaen meşru görülmüş bir maslahattır. Hakeza vekâletin meşruluğu sosyal hayatı kolaylaştırmaya yönelik olması, kefaletin hikmeti yardımlaşma amacına yönelik olması, vakfın meşruluğu sadaka-i cariye müessesesi olması, şahitliklerin meşruluğu kötülüklere engel olması gibi kolaylaştırıcı unsurlar maslahattır. İşte bu ve buna benzer misaller kabul görmüş maslahatlar olarak yerini alır. Zaten dinimiz beşeri münasebetleri kolaylaştıracak maslahat içeren bazı örf ve geleneklere dokunmamıştır.
Mücmel: Kapalı ifadeler olup, ancak söyleyenin açıklığa kavuşturmasıyla anlaşılan kavramlardır.
Müteşabih: Anlaşılması mümkün olmayan şifre niteliğinde ibareler diyebiliriz. Elif, lam, Mim, Yasin vs. başlayan ayeti kerimeler bunun tipik misalleridir.
Sarih: Gayet açık ve şeffaf anlaşılır ifadeler demektir. Kira, hibe, vakıf gibi kavramlar açık ve anlaşılır sözcüklerdir. Nitekim ‘Şu buğdaydan yemem veya şu tencereden yemem’ demekle buğdayın un, tencerenin de yemek olduğu kast edilir. Ki; bu türden ifadeler sarihin mecaz kısmına girer. Yine, şu adamın kapısı açıktır demekle misafirperver olduğunu akla getirmekte bu kapsamda değerlendirilir. Fakat ‘Falan falanla düşüp kalkmış, falan falana yaklaşmış’ ifadeleri istisna olup, şüphe götürür. Yine de bu tür ifade ile kişi iftira cezasına çaptırılamaz, çünkü zinadan başka anlamlarda çağrıştırmaktadır.
Beyan: İlan etme ya da bildirme demek olup, beyan edilen sarih (açık) değilse, yani kapalı ise açıklığa kavuşturulmasıyla Beyan-ı tefsir olur. Nitekim Kur’an’da ‘Zekâtınızı veriniz’ veya ‘Namazınızı kılın’ emrinin Peygamberimizin açıklaması ya da uygulamalarıyla icra edilebilmiştir. Kullanılan ifadelerden neyin amaçlandığını diğer bir ifadeyle değiştirilerek ortaya konulmasına Beyanı tağyir denir. Bir ifadeyi açıklarken diğerine gerek duyulmayan açıklamalar da Beyan-ı zaruret olarak tarif edilir. Sadece hayatta annesiyle babası bulunan bir kişinin ölümü ile bıraktığı malların 1/3’i annenindir demekle geriye kalan 2/3’nin babanın olduğu anlaşılır. Yine ‘Ellerinizi de dirseklerinize kadar yıkayınız’ (Maide, 6) ayetiyle dirseklerde kollardan sayılıp, elleri dirseklere kadar sınırlandığı anlaşılır. Muhakkak Allah katında din İslam’dır (Al-i İmran, 19) ayetinde geçen ‘katında’ ibaresi hüküm anlamındadır, Allah her türlü zaman ve mekândan münezzehtir.
Nehiy: Yasak olan fiil anlamındadır.
Farz-ı ayın: Allah’ın emrettiği amellerdir.
Farz-ı kifaye: Kullardan bir kısmının yapmasıyla diğerlerinden sorumluluğun kalktığı amellerdir. Bir belde de bir kısım insanların cenaze namazını kılmasıyla diğerleri üzerinden farziyetinin düşmesi buna en güzel misaldir zaten.
Vacip: Ulema tarafından Allah tarafından emredildiği zannedilen amel demektir. Namazda Fatiha okumak bu türden değerlendirilir.
Mubah: Yapılmasında veya yapılmamasında dinen eşit olan fiildir. Haram olmayan bir yiyeceği yemek, ya da yememekte olduğu gibidir. Yani her iki durumda da mubah olarak zikredilir. Mesela ‘O bir yaratıcıdır ki, yerde bulunan her şeyi sizin için yaratmıştır’ (Bakara, 29) ayeti bizlere birçok şeyin mubah olduğunu gösteriyor. Ama başkasının mülkünde bulunan altın ve gümüş gibi ziynetlerden faydalanmak haramdır.
Mekruh: Hakkında kat’i haram hükmü bulunmayan fakat yapılmaması uygun görülen fiiller olup kendi içinde Tenzih-i Mekruh (harama yakın mekruh) ve tahrimi mekruh (helala yakın) diye ikiye ayrılır. Mesela ayakta tuvalette bevl etmek tahrimi mekruhtur.
Azimet: Getireceği bir takım sıkıntılara bakılmaksızın ifa edilen ameldir. Ramazan orucunu yolculukta tutmak bu kapsamdadır. Nitekim takva sahibi zatlar hep azimetle amel etmişlerdir.
Ruhsat: Sıkıntıları bertaraf etmek ya da özürlerine bağlı olarak kolaylık sağlanan amellere denir. Ramazan orucunu seferi durumda tutmama yönünde izin verilmesi bu kapsama girer. Sıkıntı kolaylığı getirir bir fıkhı kuraldır. Nitekim ‘Hak Teâlâ size dinde bir zorlukta kılmamıştır’ (Maide,6) ve ‘Allah Teâlâ sizin için kolaylık diler sizin hakkınızda güçlük dilemez’ (Bakara,185) ayeti kerimeleri ile ‘Şüphe yok ki din bir kolaylıktır, dininizdeki işlerin en hayırlısı en kolay olanıdır’ ve ‘Kolaylık ve adalet olan bir şeriatla gönderildim’ hadis-i şerifleri ruhsatın önemini ortaya koyar. Anlaşılan bur tür amellerin vasfına göre Müctehidlerin bir kısmı azimet bir kısmı da ruhsatı tercih etmişlerdir.
Akit: Mukavele ya da sözleşme demek. Şartlarına uygun gerçekleşen akitlere sahih akit denir. Zira nikâhı zinadan ayıran içerisinde akdin varlığıdır. Dolayısıyla icap ve kabulle nikâh gerçekleşir. Şayet dinimiz nikâhın helal, zinanın haram olduğun belirtmeseydi, ikisi arasındaki farkı ayırt edemeyebilirdik. Nikâh hem dini, hem de dünyevi maslahat içerip, ibadet anlamını da taşır. Bu yüzden nikâh hüsnü (güzel) kabul, Zina ise kubh (çirkin) fiil olarak görülür. Zina yapana ceza uygulanması soyu ve namusu korumada etkili olmasını sağlar. Cihat yalın haliyle çirkindir, elbette hiç kimse kan dökülmesini istemez, ama dini savunma noktasında güzellik kazanır. Dolayısıyla kendine özgü çirkinliğe Kabih liaynih, başka nedenlerden dolayı olanına da kabih ligayrihi denir. Mesela oruç tutmak Allah’a yakın olmak bakımdan çok güzel bir amel ama, haram aylarında Ramazan bayramının birinci günü ve Kurban bayramının tamamında tutulmasına sıcak bakılmaz, bilakis kerih görülür. Bu yüzden Ramazanda nafileye niyetlenen kimsenin tuttuğu oruç farz olarak karşılık bulur.
Nisap: Uhdende olan bir mülk için ölçü belirlemek demektir, yani kırkta bir mala sahip olanın üzerinden bir yıl geçmesiyle zekât vermesi bir nisaptır. Ancak edinilen malın üzerinden bir sene üzerinden biraz geçmesiyle zekât farzı yerine getirilmesinde (edasında) mahsur yoktur, dolayısıyla kaza gerektirmez. Farz ve vacip olan amelin şartlarına riayet edilene Kamil eda, eksik olarak yerine getirilene de Kasır eda denilir. Namazı cemaatle kılmayıp da tek başına kılmakta Kasır edadır.
Amir: Emir veren, memur ise emre amade olan demektir. Ancak dua ederken; Ya Rabbi bizi affeyle, türünden dualar emir kipi olarak düşünülemez, sadece yalvarma, yakarış dilek ve temenni olarak değerlendirilir.
İllet: bir şeye sebep olup ta onu değiştiren şey manasınadır. Örneğin satış akdi mülkiyeti başka şahsın tasarrufuna geçmesine illettir. İllet içeren hadis’e illetli hadis denilir. Mesela ‘Kedi murdar değildir. Çünkü o ev içerisinde dolaşıp duranlardandır’ hadisinde kedinin necis sayılmamasının illeti (sebebi) onun ev içerisinde dolaşıyor olmasıdır. Bir çocuğun malına velayet olunması ehliyetsiz olmasından dolayıdır. Yine ‘Âlimlere ikram ediniz’ hükmüne illet amillik sıfatı içermesinden kaynaklanır. Hakeza; ‘Hanımlarınıza temizlenecekleri zamana kadar yaklaşmayınız’ (Bakara, 222) ayetinin illeti cinsi ilişkiye mani temiz olmamalarından dolayıdır. Zinaya yaklaşmayın ayetinin illeti ise; O bir fahiş suçtur buyruğu ile aydınlanmıştır. Demek ki bir hadisin bütün isnatları bir araya getirilmedikçe hadisin illetli olup olmadığı anlaşılamıyor.
Hıyar: Karşılıklı anlaşmanın bir gereği serbest kalma halidir. Mesela akdi dilediği günde kabul veya bozma konusunda özgür olmak bunun tipik misalidir.
Bey’i: alışveriş demektir.
Amm: Canlı cansız varlıkların genelini kapsayan bir kavram. Örneğin; ‘Erkek ve kadın hırsızların ellerini kesiniz’ (Maide,38) ayetinde geçen genelleme çeyrek dinarın altında hırsızlık yapanların kapsamayacağı hususu hadisle sınırlandırılmıştır. Hakeza yankesicilik ya da kefen soyuculuğunun hırsızlık kapsamında olup olmadığını ayırmak için şöyle bir yol izlenir; yankesicilik kişinin üzerinde veya kapsam alanında malını almak büyük bir maharet gerektiren bir iş olduğundan hırsızlık olarak nitelendirilir, ama kefen soyuculuğu böyle değildir. Zira mezarda karşı koyacak durum söz konusu değildir. Amm için bir başka misal ‘Savaşta küffarın hepsini öldürmek’ emri ilahisidir. Tabii bu ayette emận dileyenler (Müstemin-güvence isteyenler) vurgulanan genellemenin dışındadır. Çünkü emận dileyenler için kati hüküm vardır.
Allah alışverişi helal, faizi haram kıldı (Bakara, 275) ayetiyle faizsiz alışveriş şartıyla helallik kayıt altına alınmıştır.
Allah her şeyin yaratıcısıdır (Ra’d,16) ayeti kerimesindeki genelleme (amm) Rabbül Âleminin zatı dışındaki yaratılanlar içindir.
Bir kişi yemin billâh edip; ‘Ben baş yemem’ dese serçe başı yemekle yeminini bozmuş olmaz, buradan örf adet gereği koyun başı gibi eti yenen hayvanları içerdiğini anlarız.
Yine bir kimse meyve yememeye yemin etse üzüm yemekle yeminin ihlal etmiş sayılmaz, zira üzümün meyve olmanın yanı sıra besleyici gıda özelliği de var.
Genellemeler (amm) çeşitlidir, mesela; Ey insanlar Rabbinizden korkun (Nisa,1) ayetinin muhatabı O’na inanan yükümlüleri kapsadığından, kendileriyle sınırlama amaçlanan ammlar niteliğindedir.
Ölü eti haram kılındı (Maide, 3) ayeti celilesi zorunlu durumlarda hayatta kalmayı sağlayacak kadar yemekle; sınırlandırılmış amm kategorisine dâhil olur, yani bu fiil haramlıktan çıkar.
Resulü Ekrem’in ‘Meçhul alışverişten sakınınız’ hadisi havadaki kuş ya da denizdeki balığı satmak gibi şeyler bu kapsamdan sayılır. Hakeza; ‘Allah insanlara zulmetmez’ ayeti de sınırlandırılmayacak ammlar cinsine girer.
Cariye: Köle kadın demek, hatta gemi manası da taşır. Kölelik bir kişinin geçmişte ki küfür hayatına karşılık olarak meşru sayılmıştır. Bu yüzden kölelik bölünme kabul etmez. Bir kişi ya köledir ya da hürdür, asla kısmi köle, kısmi hürlük diye bir tasnif söz konusu olamaz. Aynı zamanda kölelik mal mülk edinmeye de engeldir, ama ameli konularda, namaz ve oruç gibi ibadetlerin yerine getirilmesine engel değildir. Kaldı ki bir köle efendisinin iznine bağlı olarak Hac farizasını dahi ifa edebilir. Keza kölelerin cihada katılıp katılmaması da sahiplerinin iznine bağlıdır. Bir köle iki kadından fazlasını nikâh edemez ve bir cariye hür bir kadın üzerine nikâh edilemez, köle ve cariyelerin diyetleri hür kimselerin diyetlerinden eksiktir. Kendileri hakkındaki cezalarda hür kimselerin cezalarından eksiktir. Zira külfet nimete göredir. Bu yüzden bir köleyi ve cariyeyi haksız yere kasten öldürene kısas uygulanır.
Bain: Hem duygusal anlamda, hem de fiziki olarak yani nikâh bağından ayrılık demektir. Boşanmış kadınlar üç kuru (üç iddet, üç temizlik, üç aybaşı) beklerler (Bakara, 228) ayetinde geçen ‘kuru’ ifadesini Hanefiler ay olarak, Şafiiler ise temizlik olarak adlandırmışlardır. ‘Zamanlarının yarısını evlerinde oturarak geçirsinler, namaz kılmasın, oruç tutmasınlar’ hadis-i şerifi ise bayanların ayın on beş gününde adet göreceklerine işarettir. Nitekim hayzın minimum süresi 3 gün, maksimumu 10 gün ile sınırlandırılmıştır.
Talak: Boşama anlamına karşılık gelen bir kelimedir. Ancak bu kelimenin ifadesi yoruma bile ihtiyaç duymayacak kadar açık olmalıdır. Aksi takdirde bir kimse eşine; “Sen benden boşsun” demekle ‘ben seni boşamışımdır’ ya da ‘bu yüzden sen boşsun’ gibi net olmayan anlamlar çıkabiliyor. Dolayısıyla bu sözün gerçekleşebilmesi için şeran boşamış olması gerekir. Mesela bir kişi hanımına ‘Sen boşsun’ demekle üç boşamaya niyetlenmiş olsa da bir boşama gerçekleşir. Yine bir adam eşine ‘Sen bir kere boşsun, 999’u müstesna’ dese bir boşama gerçekleşir. Zaten 1000 boşama diye bir şer’i kural söz konusu değildir. Keza ‘Sen her gün boşsun’ sözüyle ancak 3 gün içerisinde her bir boşamaya karşılık gelen üç boşama gerçekleşir. Bu arada üç talak ile boşanan bir kadın iddet içinde bulundukça nafaka ve barınmadan mahrum edilemez.
Hani derler ya bir binayı yapmak zordur, ama yıkmak kolaydır. Ama aileyi yıkmak öyle değildir, zira boşama fiili kalp işi olduğundan hata ve şaka kabul etmez. Dolayısıyla bir insan şakayla karışık eşini boşadığına dair ağzından bir kelam çıkarmamalıdır, aksi takdirde telafisi zor bir sürece girmiş olur. Nitekim hata yoluyla meydana gelen boşama sahih hale gelir.
Bir kimse hanımına ‘Eğer bana kin besliyorsan boş ol’ derse hanımı da cevaben; ‘Evet’ derse boş olur. Çünkü bu sözle bir şekilde kalbindeki düşmanlığını izhar etmiş oluyor.
Bir erkek hanımına ‘Filan kişiyle görüşürsen benden boş ol’ dese, o da görüşmüş olsa boş olur.
Bir adamın büyük karısı henüz çocuk yaşta hanımına süt emzirse iki eşi de haram olur.
Mecaz: Gerçeğin varisi hükmü diyebileceğimiz ifadelerdir. Bir kişiye ‘Aslanım benim’ demekle o kişiye hayvan muamelesi anlamına gelmez, bilakis bu ifade de iltifat vardır. Keza “Kadınlara yaklaştığınızda..” (Nisa/43) ayette geçen yaklaşma fiilinin Arapça karşılığı lems olup mecazen ilişki manası vardır, asla ayette kastedilen elle dokunmak değildir.
Müteşabih: Açık olmayan hüküm manasınadır. Mesela; “Allah’ın eli onların elleri üstündedir” ayetinde geçen ‘el’ ilahi kudret anlamında olup, hâşâ Yaratıcıya “el” isnat etmek değildir. Zaten böyle düşünülmesine izin verilmez de. Çünkü O her şeyden münezzehtir, eşi ve benzeri yoktur.
Muhkem ise müteşabihin tam tersi manasında ifade edilen bir kavramdır. Mesela; ‘Cünüp olursanız temizlenin’ (Maide/6) ayeti ağza su alıp alamama noktasında kapalılık arz edip açıklamaya muhtaçtır. Bu yüzden ulema müteşabih olanda hareketle ağza alınan suyla oruç bozulmayacağını hükmedip gusülde ağız içine su almanın bedenle aynı derecede vacip olduğunu beyan etmişlerdir.
Salât: sözlük anlamı dua olup şer’i anlamı ibadettir. Nitekim Allah’ın, ‘Salât edin, zekâtı verin’ hükmü, ‘Beni nasıl namaz kılıyor gördüyseniz öyle kılın’ hadisiyle salâtın namaz olduğu açıklık kazanır.
Mücmel: Açıklamaya ihtiyaç duyulan sözcükler olup, salât, zekât ve riba bunun tipik misalidirler. Bu kavramların her biri âlimlerce açıklanmasaydı belki de ne anlama geldiğini bilemeyecektik. Onun için alimlerin kıymetini bilmekte fayda var..
Nass: Mutlak kelam manasına Kur’an ve hadis demektir.
Müfesser: Nass’tan daha açık kavram demektir. Nitekim “Bütün meleklerin hepsi secde ettiler” (Hicr, 30) ayet-i kerimesini okuyan bir insan için “acaba ayrı ayrı mı secde ettiler” sorusu aklına düşmeyecek kadar müfessirdir.
Muhkem: Nasıl ki müfessir nass’dan daha açıklayıcıysa, muhkem de müfessir’e göre daha açıklayıcı bir kavramdır. Zira “İçinde sonsuza kadar kalacaklardır” (Yunus, 26) ayeti uzun süre kalınacak ihtimalini bile düşündürmeyecek derecede sonsuzluk içerir. Hatta bu ayetle birlikte cennet inananlar için ebediyen yaşayacağı bir mekân olduğu şüphe götürmeyecek kadar muhkem olduğunu gösterir. Yine; “Cihat kıyamete kadar zaman zaman devam edecek” hadis-i şerifi de öyledir. Hakeza yine; “Allah her şeye Kadirdir” (Tegabün, 1) buyruğu ile “Allah sizi ve yaptıklarınızı yaratandır” (Saffat, 96) beyanı Allah-ü Teâlâ’nın sıfatlarını açıklama noktasında muhkem ayetlerdir.
“İçinizden adil olanları şahit tutun” (Talak, 2) ayeti bir nass olup, bir bakımdan da müfessirdir. Oysa ‘İffetli ve namuslu kişilere zina suçlamasında bulunup, sonra dört şahit getirmeyenlere seksen değnek vurun, onların şahitlikleri ebediyen kabul etmeyin. İşte onlar yoldan çıkmış kimselerdir’ (Nur, 4) ayeti nass’a göre öncelikli olup, Talak ayetinde geçen hükmü sınırlamıştır. Zina isnat edenler ancak tövbe ederek fasık olmaktan kurtulabiliyor. Şahitlikte en az iki şahit geçerli olup, gayri meşru durumlarda ise bu sayı dörttür.
“Ondan başka bir eşle nikahlanıncaya kadar..” (Bakara, 230) ayeti de tıpkı “kocasından ayrılan kadının velisinden izin almaksızın evlenebileceği” hükmü kadar gayet açıktır.
“Ul’ul Emr gayrimüslimlerin mallarına saldırmamalıdır” hükmüyle bu mesele sadece Ulu’l emr-i ilgilendirip Müslümanların mallarına saldırılabileceği anlamı çıkmaz, bilakis bundan amaç zimmîlerin haklarına riayetin önemi vurgulanmıştır.
Had: Bir takım şer’i hükümleri ihlal edenlere yönelik dönüşü olmayan ağır ceza demektir. Had cezaları ancak şüpheyle düşer. Nitekim bir Müslüman’ı hatayla öldürene had cezası uygulanmaz, sadece kefaret ödemesiyle yetinilir. Bu kefaret köle azat etmekle, buna gücü yetmiyorsa ardı ardına iki ay oruç tutmakla yerine getirilmiş olur. Zira “Kim mümin bir kişiyi hatayla öldürürse Müslüman bir köle azat etsin ve öldürülenin velilerine diyet ödesin” (Nisa/92) ayeti bu baptandır. Hakeza; “Kim bir Mümini kasten öldürürse onun cezası cehennemdir” (Nisa, 93) ayeti diyete tabi olmadığına delalettir. Birkaç kişi bir şahsı hata sonucu öldürse her biri için ayrı ayrı diyet gerekmez, bir diyet kâfidir. Belli ki kısas haksızlığa son veren bir cezai müeyyide olduğu içindir ki Yüce Allah; ‘Kısasta hayat var’ (Bakara, 179) diye beyan buyurmuştur. Şöyle ki; ister adam öldürme olsun, ister fuhuş olsun, ister içki içmek olsun, ister iftira etmek olsun, ister hırsızlık olsun ve isterse yemin ihlali olsun bu tip suçların caydırıcılığı ancak had cezasıyla mümkün olabiliyor. Aksi takdirde toplum nizam bulamaz.
Nesih: Kaldırmak ya da değiştirmek anlamındadır. Madem öyle bir sonraki delil nasih (nesh eden) adını alır, kaldırılan hükme de mensuh (nesh edilen) denilecektir. Allah-ü Teâlâ kullarını bir dönem için başka diğer bir dönemde daha farklı hükme tabii tutabilir. Elbette mülk O’nundur dilediğini yapmak yaratıcıya özgü bir durumdur, bu yüzden hiç kimse hükmünü sorgulayamaz. Nitekim Hz. Âdem (a.s) döneminde kız kardeşle evlenmek caizken, sonraki dönemlerde yasaklanmıştır (nesih edilmiştir). Hz. Yakub (a.s) döneminde iki kız kardeş nikâh edilebiliyordu. Ancak bu hüküm İslamiyetle birlikte nesh edilmiştir. Hatta Hıristiyanlar da neshi reddetmezler, bu hükmü sadece Yahudiler inkâr ederler.
Malum; akli ve inanca dair mevzular nesh olunmaz. Mesela “Ateş yakıcıdır” akli delildir. Anlaşılan neshin kendine has belirli kuralları var. Her şeyden önce neshin kitap ve sünnetle sabit olması gerekir. Ayrıca nesh eden delilin nesh edilenden sonra olması icap eder Şurası muhakkak; kitap sünnetle, sünnet sünnetle, ya da sünnet kitapla, kitapta mutevatir ve meşhur sünnetle nesh edilebilir. Ancak sünnetle nesh sadece kitabın hükümlerinde uygulanabilir, metnine nesh uygulanmaz.
Nesh konusunda örnekler verilecek olursak mesela; “Birinize ölüm geldiği zaman vasiyet etmesi size farz kılındı” (Bakara, 180) ayeti celilesi, “Allah çocuklarınız hakkında size şöyle vasiyet eder” (Nisa, 11) ayetiyle nesh edilmiştir. Nitekim Rasulüllah (s.a.v) önceleri kabirleri ziyareti yasaklamıştı, sonrasında ise; “sizi kabir ziyaretinden men etmiştim, şimdi ziyaret edebilirsiniz. Çünkü o ölümü hatırlatır” hadisiyle nesh etmiştir. Hakeza namazlar önceleri Mescid-i Aksaya doğru kılınıyordu, derken Mescid-i Kıbleteyn de namaz kılma esnasında nüzul olan “Yüzünü Mescidi Harama çevir (Bakara, 140) ayetiyle fiili sünnet nehy edilerek bundan böyle kıble Kâbe olmuştur.
Yine bir başka misal; “Zina eden kadınlara dil ile eziyet etme ve evlerine hapsedilmeleri” hakkında nüzul olan ayetin hükmü nesh edilip metni kalmıştır sadece.
Hz. Ömer’den (r.anh) rivayet edildiğine göre; “Erkek ve kadın zinada bulunurlarsa ikisine de Allah-ü Teâlâ tarafından bir ceza olarak recmediniz” ayetin hükmü kalıp metni nesh edilmiştir.
Ramazanda uyuduktan sonra sahur vaktine kadar yemek içmek ve cinsel ilişkide bulunmak yasaktı, sonradan sahur sonuna kadar mubah kılınıp bir önceki hüküm nesh edilmiştir. Yine ilk önceleri inananlar oruç tutmakla fidye vermek arasında tercih yapmakta serbestiler, daha sonra oruç tutmak farz olunca bir önceki uygulama nesh edilmiştir. Bu arada şunu belirtmekte fayda var; “Orucu geceye kadar tamamlayınız” (Bakara,187) ayetiyle geceleyin oruç tutulacağı anlamı çıkmaz. Keza “Başlarınızı mesh ediniz” (Maide, 6) ayetinde geçen mesh etme hükmünün tüm başı içermeyeceği hususu da öyledir.
İlk önceleri meninin gelmesiyle gusletmeme ruhsatı vardı, fakat sonradan gelen hüküm gereği şehvetle gelen meni için gusül alınması farz kılınıp bir önceki uygulama nesh edilmiştir.
İbn-i Abbas’ın rivayetine dayanarak (Veda Haccında söylediği) Resulü Kibriya oruçken kan aldırmıştır hadisiyle daha öncesinden, yani fetih yıllarında Şeddad’ın rivayetine dayanılan; ‘Kan alan ve verenin oruçları bozulur’ hadis-i şerifle nesh edilmiştir.
Hâsılı; Fahrettin Razi gibi büyük âlimlerin çalışmaları neticesinde nasih ve mensuh ayetlerinin sayısı en çok yirmi veya yirmi birden ibaret olduğu tespit edilmiştir.
Müdde-i: İddia sahibi demek olup, aksini iddia edene de sail (soru sahibi) denir.
Demagog: konuşma adabına aykırı davranıp, sadece karşısındakini susturmaya yönelen kişiye denir. Asılsız ortaya attıkları iddialarda demagoji (lafazanlık) adını alır. Oysa Selef demagogun (laf ebesi) aksine her türlü nefsi duygulardan uzak, gerçeğin ortaya çıkması için konuşurdu. Kaldı ki sahabe döneminde istisnada olsa lüzumsuz sarf edilen sözlerin rahatsızlık verdiği malum. Nitekim bir gün lüzumsuz sorular karşısında minbere çıkan Resulü Kibriya Efendimiz;
—Bu gün bana her ne soracak olursanız cevabını açıkça alacaksınız.
Cemaatten biri:
— Ya Rasulüllah! Benim babam kimdir?
Resulü Ekrem (s.a.v):
— Senin baban Hüzafe dedi.
Tabii bu tür sorulara canı sıkılan Hz. Ömer (r.anh):
—Fitnelerin şerrinden Allah’a sığınırım, bu gibi sorulardan dolayı af dileyerek tepkisini ortaya koymuştur. Derken bu olay üzerine Allah-ü Teâlâ ayet nüzul eyler:
Size açıklanacak olursa fenalık verecek olan birtakım şeylerden sorup durmayınız (Maide, 101).
Velhasıl; Hanefi ekolünün kitaplarından özetle kendi üslubumca fıkhı kavramları açıklamaya çalıştım, sürçü lisan olduysa affola.

Hakkında: dedekorkut1

İlginizi Çekebilir

Surelerin Sıralı Olarak Listesi

Surelerin Sıralı Listesi Namaz Surelerinin Sıralanışı Kuranı-ı Kerim’de Fatiha suresinden Nas suresine doğru bir sıralama …

Bir Cevap Yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir