HOŞGÖRÜ
ALPEREN GÜRBÜZER
Türkiye, 1992 yılında UNESCO’ya teklif götürür. Teklifte 1992 yılının Mevlâna hoşgörü yılı olması söz konusudur, ama bu müracaatımız gecikmiş de olsa 1995’de gerçekleşir. Kinin, şiddetin ve nefretin kol gezdiği dünyada “Hoşgörü”ye insanlık ne kadar muhtaçmış meğer. Öyle ki insanlık içine düştüğü dip kuyudan çıkmanın yollarını arıyor bir nebze teselli bulmak için. Nitekim 2007 yılını Mevlana yılı ilan etmiştik tüm cümle âleme, kabul görürde. Mevlana aynı zamanda hoş görü demekti çünkü.
Hoşgörü kavramı yeni değil. Bilakis bizim kültürümüze has gül. Kâinat daha yaratılmadan önce ‘Habibullah’ lafzının Allah (C.C.) tarafından kelâm edilmesindeki sırrı kavrayabilirsek, temel mayanın hoşgörü olduğunu anlarız elbet. Zira yaratılış gayemizin özünde aşk vardır. Öyle ki Cenabı Allah;”Ya Habibim! Sen olmasaydın bütün Kâinatı yaratmazdım” beyan buyurarak, bu gerçeğe işaret etmiştir. Hz. Âdem (A.S.)’a tâ evvelinden enbiyanın reisi Hz. Muhammed (S.A.V.)’in nuru gösterildi. Hatta birçok peygamber, son Nebi’ye ümmet olabilmek için gıpta etmişler. Peygamberimiz (S.A.V.) son Peygamber ama, aslında ilk Nebi. Çünkü her şey O’nun yüzü suyu hürmetine yaratılmış. Habibullah lafzındaki espiri, “hoşgörü”nün gülü ve çiçeği olsa gerek, adı güzel kendi güzel Muhammed anıldıkça gönüller yankılanacak her an, ümmetin dilinde ona gönderilen salâvatlarla hoş sedamız gök kubbede yerini bulacak böylece. O gül ki sevgili demek, yani sevilen, Allah’ın Habibi (sevgilisi) manasınadır.
Bütün Peygamberler insanlığa rahmet için gelmişler. Allah’ın nizâmını gönüllere kurmak ve hoşgörü çerçevesinde yaşamalarını sağlamak için mücadele vermişler tüm enbiya. Onların davetine icabet edip Peygamber soluğundan istifade edenler necat bulmuş, bu fırsatı tepenler ise helâk olmuşlardır. Hz. Nuh (A.S.)’ın oğlu Kenan gemiye girmemekle kurtuluşa eremedi. Demek ki; bir insan iman etmedikçe, Peygamber oğlu da olsa gemi kurtuluşuna çare olamıyor. Nemrut’un Hz. İbrahim’i ateşe atarak hoşgörü’yü bertaraf edeceğini sanması, hakeza Firavun’un kendini ilâh ilan edip Hz. Musa (A.S.)’ın ardına düşmesi, bir netice veremedi, veremez de. Sonun da Hz. İbrahim’e ateş Allah’ın (C.C.) lütfüyle serin kılınarak gül bahçesi, Sular Hz. Musa’ya ab-ı hayat, Firavun’a ise tsunamı felaketi oluverdi..
Hoşgörüsüzlük, hemen hemen her devirde görülen bir alınyazısı. İnsanlık zıtlıkları ile birlikte bir süreç yaşıyor. Yani iyilik ve kötülük, güzel ve çirkin, zulüm ve adalet v.s. gibi ikilemler içerisinde çıkış arıyoruz. O halde her şey zıddı ile bilinir prensibinden hareketle, mutlak hoşgörüye koşmak idealimiz olmalı. Zıtlıklar olmasaydı dünya monoton, tek-düze, tek renk olurdu. Bu âlemde bütün farklılıklar içerisinde bir vahdet söz konusu. Çokluk deryasından vahdete ulaşmak vazgeçemeyeceğimiz bir dava. Osmanlı, altı yüz sene ayakta kalmayı başarmışsa, bunun perde arkasındaki sırrı çokluk zehirini vahdet panzehiri ile birlikte yoğurarak bir sevgi yumağı haline getirme başarısı yatar. Devlet-i âliye bütün zıtlıkları bir arada yaşatmanın formülünü uygulamış, Âleme Nizam dağıtmıştır böylece. Fatih Sultan Mehmet’in elindeki gül ile kendisini resimlemesi bunu doğruluyor zaten.
Çokluk içinde birlikte yaşamanın tarihi kaynakları bizde çokça mevcut. Yunus Emre’nin deyimiyle;
Gelin birlik olalım.
İşi kolay kılalım,
Sevelim sevilelim,
Dünya kimseye kalmaz.
Yine, hoşgörü ve sevgi şairimiz Hudai ise bir şiirinde:
Faydası olmayan bahardan yazdan,
Yüce dağ başının kışı makbuldür.
Cahilin yaptığı sohbetten sözden,
Âlimin hayali düşü makbuldür.
Lokma yeme muhannetin elinden,
Kurtulamazsın sonra acı dilinden.
Namertlerin kaymağından balından,
Merdin kuru yavan aşı makbuldür.
Hüdai söyler incecikten,
Hal ehli olmayan ne bilir halden.
Bilgisiz, görgüsüz, hoşgörüsüz kuldan,
Ölülerin mezar taşı makbuldür.
Görüldüğü gibi bizim kültürümüzün, inancımızın temelinde hoşgörü gerçeği var. Peygamberimiz (S.A.V.) şöyle buyuruyor; “Sevdiğini bir dereceye kadar sev. Belki bir gün düşmanın olur. Düşmanına da bir dereceye kadar düşmanlık yap. Belki bir gün sevgilin ve dostun olur.”
Piri Türkistan-ı Ahmet Yesevi’yi, Mevlâna’yı, Yunus’u ve daha nice hoşgörü Sultanlarını hakkıyla anladığımızda, bu demektir ki önümüzdeki günler çok güzel olaylara gebe. Gönül dostlarını anlayamıyorsak bilelim ki, sahte putların başına gelen belaların bir değişik serüvenini yaşamaya müstahakız demektir.
Eğer müstakbel bir medeniyetten bahsediyorsak, bu medeniyetin temeline Nasreddin Hoca misali hoşgörü mayasını göle çalmak misyonumuz olmalı. Hatta adını dağa, taşa, canlı cansız her şeye yazmalı, hoşgörü kilimini nakış nakış işlemeli. Çünkü yolumuz sevgi ve muhabbet yoludur. Sevgi bütün sahte “izm”leri ve putları yıkan tek gönül silahı. Hoşgörünün fethedemeyeceği kale yoktur, bu böyle biline.
Velhasıl, gelin canlar bir olalım, diri olalım, işi kolay kılalım.
Vesselam.