İMAN HEM NUR, HEM DE KUVVET
ALPEREN GÜRBÜZER
Bediüzzaman Said-i Nursi Hazretleri; ”İman hem nur, hem de bir kuvvettir. İman insanı insan eder. İmanın dairesi Kudsiyye’sine giren cihana bile meydan okur” der. Bu ifadelerden etkilenmemek mümkün mü? Demek ki; iman hem kuvvet kaynağı hem de nur kaynağı. O kaynakla beslenen gönüller, gerektiğinde cihana bile meydan okur. İnanan insanın bu dünyada fazla kaybedeceği bir şey olmadığı gibi çile onun için mutluluktur zaten. Dolayısıyla imanla beslenen gönül insanları Allah’a giden yolda gül’ün yanında dikenin bile büyük bir kıymet ifade ettiğinin şuuruyla hareket ederler. Elbette ki ”Çilesiz ebedi saadet” beklemek hayalden öte bir anlam ifade etmez. İmanını haramilere karşı siper edenlerin, mutluluğa kavuştukları tek mekân öteki âlemdir. Ondan gayrisi yalandır. Madem bu dünya imtihan için hazırlanmış, o halde alnımızın hakkıyla iman biletimizi alalım ki ruz-ı mahşerde ”vuslat” nasip olsun.
İmanın hakikatinde fark yoktur. Sadece evsafında vardır. Lâkin zenginin evinde un çuval dolusu, fakirin kiloyladır. Sonuçta bir çuval unla, 1 kg. un ham madde bakımdan aynıdır. Bu yüzden iman parçalanamaz bütünlük teşkil eder. Sadece iman için kalite farkından bahsedilebilir. İman aynı zamanda bir güçtür. Kelimenin tam anlamıyla dünyanın en gelişmiş silahlarına karşı kükremiş aslan misali coşan Şairin; “Enginlere sığmam taşarım” dediği ruhun adıdır iman.
Şurası muhakkak; imanın evsafını artırmak için, kulluk yapmak gerekir. Helal ve haramı bilip, ona göre davranmak başlıca görev olmalıdır. Bakın bir adam Hz. Ebubekir (r.anh.)’a:
”- Ya Ebubekir, kendime kabir yaptıracağım, ne dersiniz?” diye sorduğunda,
Sıddık-ı Ekber:
”- Sen kendine kabir hazırlayacağına, kendini kabre hazırla” cevabını vermiş.
Hz. Ebubekir’in söylediği gibi, gerçek hazırlık Allah’a ”abd” olmaktan geçer. İnsan bu dünyada ne kadar mal, mülk, şan ve şeref sahibi olursa olsun, iman bileti yoksa bunların hiçbir anlamı yok, üstelik imandan yoksunluk kabir hayatıyla başlayan bir azabı da beraberinde getirir. Zira dünyada iken her edinilen nakdi ya da ayni malın mesuliyeti var. Bundan öte edinilen mülkün bir kul hakkı ve birde kıyamet boyutu söz konusu. Malum; azab kabirle bitmiyor, yani mizan terazisinin kurulduğu ruz-ı mahşerde hesap vermekte var. Ahirete giden yolculukta mutlaka iman bileti almamız şart. Çünkü İman insanı, hem bu dünyada hem de öte dünyada ”Sultan” eden bir cevher. Ne mutlu böyle insanlara ki, imanlarından taviz vermeksizin veya dünyanın aldatıcı cazibesine kapılmaksızın vuslata ermişler. Onlar ki; kınayanın kınamasına aldırış etmeden imanlarında karar kılıp Şeb-i Arus’a koştular.
Hemen herkes lafa geldiğinde mangalda kül bırakmayıp dava, dava diyerekten adeta yer gök inletirler hep, ama hangi dava? Tabi ulvi davalar olduğu gibi süfli davalarda söz konusu. Şayet dava nefse çeki düzen vermekse o dava yücedir, yok eğer nefse kölelikse o süfliliktir. Esas olan savunulan davanın özünde iman hassasiyetinin var olmasıdır. Biliniz ki hangi hal üzere yaşıyorsak, o hal üzere öleceğimiz muhakkak. Yani ne ekiyorsak, onu biçeceğiz. Gavs-ı Bilvanisi’nin (k.s) dediği gibi öyle ulvi dava sahibi insanlarla oturup kalkmalı ki; sözü dimağımızı, özü kalbimizi, hali de bizi Allah’a kavuşturur olsun. Kendi kendimize ‘Hani nerede öyle insanlar’ demeyelim. Elbet bu dünyada kötüler varsa iyiler de var. Yeter ki; arayıp bulmaya çalışalım. Salih insanlar var olduğu müddetçe kıyamet kopmayacaktır. Madem Allah’ın hazinesi sonsuz, o halde ulvi dava sahipleri kıyamete kadar eksik kalmayacak demektir.
Son Peygamber’in gelişiyle Peygamberlik yolu kapanmıştır. Ama evliya yolu kapanmamıştır ve devam edecekte. Gerçek manada Evliyaûllah, Peygamber’in (s.a.v.) varisidirler. Onlar irşatlarıyla insanlığa nefes aldırıp gerçek imanın lezzetini tattırmaktalar. Mürşidi Kâmiller her daim insanlığa; sevgi, merhamet ve sünneti seniyye ölçüsünü aşılamışlardır. Onlar kin, nefret ve fenalıktan ayrı bir yol takip etmişlerdir. Hâce Ali Ramitani (k.s.); ”Her geceyi kadir bil, her kulu Hızır bil” beyan buyurup gönüllere su serpmiştir. Her insana Hızır gözüyle bakmakta fayda var, her insan Hızır çıkmasa da o gözle baksak ne zarar olabilir ki? Bilakis içlerinden biri Hızır çıkarsa fayda var. Kaldı ki hüsnü zan içinde bulunmak, toplumda yumuşamayı sağlar. Bu yüzden Hasan-ı Basri (r.anh.); ”Benim zannımı Dicle kenarında bir anayla bir oğul düzeltti” der.
Bakın Hasan-ı Basri (r.a.) ilk etapta ırmak kenarında güle oynayan ana oğlu gayrı-meşru davranışlarda bulunduğunu sanmış. Oysa tam o sırada geçen bir sandalın devrilmesiyle güle oynamayı bırakan o genç çocuk, su yüzünde yürüyerek yardıma koşar ve onları kurtarır. O arada Hasan-ı Basri ile göz göze geldiğinde der ki:
”- Ya Hasan-ı Basri! Raks yaptığım sandığın kadın (Elini omuzuna koyup) merhametine sığındığım annemdi, şarap içtiğimi sandığın şey ise bade idi…” Tabii bu sözler tabiin ulularından Hasan-ı Basri’yi heyecanlandırıp ön yargısını ”Hüsn-ü zana” çevirmesine yetmişti.
Hz. Ömer (r.a.); ”Bir insan başka insanın ayıbını görür veya ayıbını araştırırsa kendi ayıbını ortaya koyar” buyurur. Onun için etrafımızda olup bitene önyargılı bakmaksızın hüsn-ü zannımızı seferber etmek en doğrusu.
Kur’an Muciz’ül Beyan’da, çoğu kez müminler ”Ey iman edenler…” hitabıyla uyarılır. Nitekim Yüce Allah’ın (c.c.) kullarına yönelik; ”Ey iman edenler! Allah’tan korkun, sadıklarla beraber olun” (Tevbe 9/19) çağrısında olduğu gibi uyarılırız. Fakat çağrı yankı bulursa bir anlam ifade eder. Zira ayeti Celilerle gerçek iman sahiplerinin kalpleri ve bütün azaları yankılanır. Nasıl mı? İşte sahabenin yaşantısı bunun en tipik misali. Öyle ki; Sahabe içerisinde Kur’anın ayetlerini okuyup bayılanlar, ağlayanlar, hatta günlerce ve aylarca kendine gelemeyenler olurmuş. Peki ya bizler? Maalesef günümüz insanı başucunda hali hazırda ayetleri dinlediği halde mümkünü yok kılı bile kıpırdamıyor. Hâşâ ayetlerin etkisi mi ortadan kalktı da böyle oluyor? Elbette ki hayır, Ayet-i Celile’nin nuraniyeti her devirde her zaman vardır, var olacakta. O halde nedir içinde bulunduğumuz durum sorusu sorulduğunda verilecek cevap: Ayetlerin nuraniyeti ortadan kalkmadı, günümüz insanın idrak kapısının kapalı olmasından kaynaklanan bir durum söz konusudur. Demek ki; herkesin Ayet-i Celilelere yakınlığı ve uzaklığı nispetinde ilâhi idrak anlayışı değişiyor. Bütün mesele, özümüzü, sözümüzü ve kalbimizi arındırmak veya arındırmamakta gizli. O halde sen sen ol ilahi idrakinin açılması için gayret etki ahiret sultanı olabilesin. Belli ki bu yüzden Hz. Züleyha; ”Allah’a itaatle köleler sultan olur, Allah’a isyanla sultanlar köle olur” demiş.
İnsan, itaatkâr kul ise cennetteki makamını seyreyler, isyankâr ise cehennemdeki yerini görür. Bu yüzden Said-i Nursi Hz.leri ”Cennet ihsan-ı ilahiyye, Cehennem adli ilahiyedir” beyanıyla buraya işaret etmişlerdir. Kul, iman ile öldüyse gök merdivenini görür. Hatta gök merdivenine inen çıkan meleklere vakıf olur. Resulûllah (s.a.v.); “Elbiselerin eskidiği gibi imanda kalbimizde eskir” (Taberani Mucan el- Kabirde rivayet etmiş) buyurmuş. Anlaşılan tevhit anlayışı Allah’a kul olmaya zorluyor. Yani İman, itaati gerektirir. Amel ve ibadetle her gün imanımızı yeniler, yeniden dirilişimiz gerçekleşir. İmanı kuvvetlendirmek iki şekilde olur:
— Tasfiyeyi kal
— Tezkiyeyi nefs.
İmam-ı Gazali bu konuda; ”Herkesin nefis ilmini bilmesi, nefsini tezkiye etmesi farzı ayındır” beyanıyla kötülükleri tasfiye edip nefsimizi ıslaha teşvik etmektedir. İmanı kuvvetlendirmek için bu iki önemli unsura dikkat etmemiz icap eder. Madem nefsini bilen Rabbini bilir, o halde nefsi terbiye yoluna gitmek en doğrusu.
İslamiyet dairesine girebilmek için iman bileti, sınıf geçmek için de ibadet ve amel ve taatta bulunmak icap eder. Öyle ki; iman, daha ilk baştan cehennemin yedi kapısını kapatacak güç olup, bu gücün dayandığı iki temel unsuru vardır:
— İlmi tevhid,
— Ameli tevhid.
Malum, kalben tasdik ve dille ikrar; ilmi tevhididir. İnsanın teoride pratiğe geçmesi, yani yaşaması; amel-i tevhidi’dir. Amel-i tevhidi gerçekleştirmek ise;
— Güzel itikat,
— Kalbi zikir yapmakla olur:
Görüldüğü üzere iman deyip geçemiyoruz. Uygulamaya koyulması yaşayışa dökülmesi söz konusu. Zaten Şeriatta üç sütun üzerine kurulu olup, bunlar;
— İtikat,
— İbadet,
— Ahlâk ve muamelat’tır.
İşte bu üçlü bir arada insanı ”Sultan” eder. Hz. Lokman oğlunu evvela iman’a davet etmiş, sonra da ahirete teşvik etmiştir. Demek ki, ilk evvela imandan başlamak, daha sonrasın da imanı kuvvetlendirecek yollara koyulmalı. Bakın Hz. Lokman itikadı meseleleri beyandan sonra ibadet kısmını nasihat etmiş, akabinde insanlardan yüz çevirmemeyi öğütlemiştir.
Allah’a iman etmede akıl bir noktaya kadar yardımcı. Aklında giremeyeceği sahalar var elbet. Zira akıl, beyin cihazının beş duyunun kaybettiği bilgilerle hükme (kanaate) varır. Akıl metafizik âlemi kavrayamaz, onu ancak kalp sezer. Bu yüzden Kur’an doğrudan kalbe hitap eder: ”Allah kalplerini ve kulaklarını mühürlemiş ve gözlerini perdelemiş ve gözlerine perde indirmiştir ve bunların hakkı azim bir azaptır” (Bakara Suresi ayet 77).
Kalbe ait en önemli hakikat hiç kuşkusuz önsezidir. Evet, akılla beyinde mevcut bulunan bilgiler yorumlanır. Kalp ise doğrudan bilgi üretir. Ki, buna ”duygu” da denir. Malum gözyaşı bezinin salgı salması, kalbin önderliğinde gerçekleşir. Keza imanda öyledir, önce kalpte başlar, dille ikrar kalbe ait bir görüntüden ibarettir. Değim yerindeyse kalp öncü liderdir. Diğerleri talidir. Bu yüzden beynin bilgisayar ekranına yazılmamış olanları hissetme gücüne ”önsezi” veya gönül penceresi denmiştir. Dahası önsezi, beş duyuyu aşan metafizik ötesi bir olgu olup Allah’ın hidayetiyle hayat bulur. Mesela yukarda zikrettiğimiz Bakara suresi 17. ayetini Dr Haluk Nurbaki değerlendirirken önce kalbin sol orikulası (Auriculus) üstünde Lafzai Celâl yazılı olduğuna vurgu yapıp, ardından Allah-ü Tealaya atfen; “Sanat şaheserim olan bu kalbe imza attım. Onu imanla ve sevgiyle doldurmazsanız mühürlerim” diye yorumlamıştır. Anlaşılan bu yorumlar eşliğinde Rabbül Âlemin’in; Yere göğe sığmam Mü’min kulumun kalbine sığarım beyanı daha bir anlam kazanır.
Bu yolun başlangıcı iman, ahırı da iman. Şöyle ki; bütün Peygamberler, imana davet etmiş, kâh inananlar olmuş, kâh inanmayanlar olmuş. Davete icabet edenler kurtulmuş, etmeyenler helak olmuşlar. Hz. Peygamber’in amcası Ebu Leheb, Hz. İbrahim’in babası Azer, Hz. Lut’un karısı ve Hz. Nuh’un oğlu bu davete uymadılar. Anlaşılan yakınlık, akrabalık bir şey ifade etmiyor. Yakınlıktan ve akrabalıktan çok daha kıymetli, paha ile ölçülemeyecek olan iman’dır. Peygamber amcası olmak, babası, oğlu veya karısı olmak güzel olmasına güzel ama davete icabet edilmediyse kurtuluşa vesile olamıyor. Kurtuluş, ancak iman etmekle mümkün. Dolayısıyla Bediüzzaman Said-i Nursi’nin, ”İman kurtarmak zamanıdır” sözleri, Seyda (k.s)’ın; ”Bu zamanda bir insanda bin insanın gücü olsa kurtulması mümkün değildir. Ancak Sâdâtın himmetiyle… ” ifadeleri iman çerçevesinde değerlendirilir. Resûlüllah (s.a.v.); ”Ahir zamanda iman kor ateş olacak, elde tutması zor olacak” buyurması hep bu gerçeğe işarettir. Atsan imansız olacaksın, o halde elde tutmaya çalışacaksın! Gavs-ı Bilvanisi (k.s.); ”Biz her geleni tarikata alıyoruz. Aslında alınmaz. Ama zaman o zaman değil. Zaman artık imanı kurtarma zamanı olmuş. Eskiden insanlar bir şeyhe intisap etmek için eşek sırtında, yaya kilometrelerce bin bir çile ve cefadan sonra şeyhe ulaşıp tarikata girmek için yol kat ederlermiş. İş burada bitmiyor, kul borcun var mı, kaza namazın var mı gibi sorularla imtihandan geçtikten sonra kabul edilirmiş. Şimdi biz aynısını yapsak tarikatta kimse kalmaz” diyerek zamanımıza ışık tutmuştur.
Allah’a iman etme noktasında, her şey O’nu gösteriyor. Said Nursi Hz.leri ”Dünyanın üç türlü yüzü vardır:
— Allahü Azimüşşan’ın esmayı ilahisine bakan yüzü,
— Ahirete bakan yüzü,
— Ehl-i dünyaya bakan yüzü var” beyanları bunun doğruluyor zaten. Derken bu arada Bediüzzaman dünyanın gerçek ahvalini de ortaya koymuş oluyor. Hatta bu konuda İmam-ı Gazali de ”Huzuru, ilahide dünya bile Cehennem atılır” diyerek nihai görünüşünü ortaya koymuştur. Ayrıca Bediüzzaman, bizlere şu değerli bilgileri de açıklar:
” Üç şey Allah’ı gösterir:
— Mevcudat, mahlûkat ve dünya,
— Peygamber,
— Kitab-ı Kerim.
Kaldı ki bunlardan başka bir insanın bedeni bile başlı başına mucize-i rabbaniye. Böyle mükemmel saray için yüz altmış tane Melaike-i Kiram görevlendirilmiş bile. Mesela bunlardan sırf yedi Melaike, insanın gözünün korunmasıyla ilgilidir. Hakeza Salâvat-ı Şerife okunulduğunda da, alnının ortasında vazifeli bir melek hemen harekete geçip gece gündüz okunan salâvatları Resûlüllah’a ulaştırmakla görevlidir. Anlaşılan daha nice adını bilmediğimiz melekler vücudun azalarında görevlerini ifa etmekteler. Ateistler hep ”Biyogenez” fikrini, yani canlı canlıdan çıkar tezini savuna dursunlar her canlıyı temsil eden genetik şifreler emri ilahînin gereğini yerine getiren faaliyetler sergilemekteler. Belli ki; genetik şifreleri harekete geçiren melek bu işler için var. Emir almayan genetik şifreler, bir anlamda cansızdırlar. Allah (c.c.); ”O ölüden diriyi, diriden ölüyü çıkarır” beyanıyla hem ”Abiyogenez” hem de ”Biyogenez” gerçeğine işaret etmiştir. Ateistler hep görünür dünyada elle tutulur gözle görülür maddeyi ölçü aldıklarından sübjektif değerlere kayıtsız kalmışlar. Derken ilmi metotlara ters düşmüşlerdir. İlmi metottan uzak kaldıkları için ellerine tutuşturulan ideolojik müsvedde parçalarını ilim sanmışlardır. Oysa maneviyattan yoksun kuru akılla nereye kadar gidilebilir ki? Bakın bu konuda Maturidiye imamları, ”Allah’a iman etmek yaratılış gereğidir. Herkes aklıyla Allah’ı bulabilir” derken Eşariye imamları da; ”Sırf akıl ve fikir Allah’ı bilmede yetersizdir. İman din ile sabittir ve kavme Peygamber göndermek esas olur” diye buyurmuşlardır. Belli ki Eşariler; ”Zira biz bir kavme Resul göndermedikçe azap etmeyiz” ayetini ölçü almışlar. Fakat Maturidiler azap etmeme durumunun anlaşılamayan din hükümlerinin yerine getirilmemesi haline ait olduğunu ileri sürüp Allah’ı bilmenin terki anlamına gelmez değerlendirmesini yapmışlardır. Netice itibariyle Maturidiler ve Eşariler iman noktasında birleşirler. Ateistler ise imansızlık ilkesi etrafa habire etrafa korku ve dehşet saçmaktalar. Bu yüzden iman hem nur, hem güç kaynağı diyoruz.
Velhasıl; İman, her şeyimiz, bugünümüz, yarınımız ve gelecekte ebedi saadete ulaştıran tek gönül silahı!