Ana Sayfa » Genel » İslam’da Fikir Üretimi ve İçtihad

İslam’da Fikir Üretimi ve İçtihad

İSLAM’DA FİKİR ÜRETİMİ VE İÇTİHAD

ALPEREN GÜRBÜZER

İcma, bilgi ve fikir üretiminde etkili yollardan biridir. Bilge şahsiyetlerin kendi aralarında fikir yürütüp görüş birliğine varması İslam toplumu için önemli bir hadisedir. Müçtehit topluluğundan bir iki kişinin aksi görüş bildirmesi icma’ya mani teşkil etmez. Çünkü Resulü Ekrem (s.a.v); “En büyük topluluğa tabii olunuz” buyurmaktadır. Âlimlerin veya toplumun bir mesele hakkında görüş birliğine varması İslam’da icma olarak vasıflandırılır. Keza âlimlerin toplumda ve sosyal hayatta olup bitenleri kamuoyu ile paylaşıp ortaya net hüküm koyabilme çabası icma’dan sayılır. Nitekim ‘Müslümanların güzel gördüğü şey Allah indinde de güzeldir’ hadisi şerifi bunu teyit ediyor zaten. İcma müçtehitlerin ittifakıyla delil özelliği kazanır, bu yüzden halkın ittifakı icma’dan sayılmaz. Çünkü içtihat gücü her yiğidin harcı değil, icma ehli olmak müçtehit olmayı gerektirir.
İcma’nın birleştirici gücüne rağmen bazı konularda yüzde yüz mutabakat sağlanamayabilir, böyle bir ihtilafın olması kaçınılmazdır. Önemli olan ihtilafa konu olan mevzuların ayrılık olarak görülmemesidir. Kaldı ki İslam’da fikir ayrılıkları zenginlik olarak addedilir. Bakın Peygamberimiz; ‘Ümmetimin ihtilafında rahmet vardır’ beyan buyurarak, Müslümanların kendi aralarında ki fikir ayrılıklarının bile bir rahmet olduğunu cümle âleme ilan etmiştir. Gerçekten de öyle bir rahmet ki görünürde ayrı gayrı sandığımız fikirler bir zaman sonra bir bakıyorsun âlim ve cemiyetin ortak kanaati haline dönüşen kuvve-i fiile dönüşmektedir. Derken içtihat kanalıyla ortaya çıkan rey’lerin (görüşlerin) şahsilikten çıkıp, görüş birliğine varılmasıyla birlikte fikir üretimi gerçekleşir. Nasıl ki derelerin birleşmesiyle nehir, nehirlerin birleşmesiyle deniz, denizlerin birleşmesiyle okyanus oluşuyorsa, fikirlerin birleşmesiyle de hakikat doğacağı muhakkak. Hâsılı; tüm topluma mal olan fikirler icma olarak değerlendirilir.

İCTİHAT
Al Mavadi’ye göre içtihat sekiz bölümde tasnif edilir. Bunların yedi (7) bölümü Kur’an kaynaklı yorumlar olup diğer kalan biri de mantık gücüne dayanarak ortaya çıkan yorumlardır der. Anlaşılan içtihat, yazılı kaynakların yorumuna, kısmense mantık kurallarına dayanan yorumlama biçimidir. Mesela Hz. Ömer (r.a) devrin şartlarını göz önünde bulunduracaktan daha önceki uygulamaların aksine içtihatta bulunup yerine yeni kural ve kaideleri yürürlüğe koymuştur. Bu durum bize içtihat yaparken yaşanılan çağın içinde bulunduğu şartları da dikkate almak gerektiğini hatırlatır. Nitekim Hz. Ömer (r.a) menkul ve gayrimenkullerin gazilere dağıtılmasıyla ilgili daha önceki yürürlükte ki uygulamanın aksine, fethedilen topraklara ikta sistemi getirip bu topraklardan elde edilen gelirleri Beytülmale (Hazineye) aktarmıştır. Böylece Hz. Ömer’in (r.a) başlattığı bu uygulamayla birlikte Müslümanlar daha ileri bir aşamaya geçip birçok sosyal ve iktisadi organizasyonlara yönelmişlerdir. Derken yeni uygulamalar sayesinde İslam âleminde zihni canlılık meydana gelmiştir.
Elbette ki icma’nın en güçlüsü sahabe içtihadı olmakla beraber sahabe daha çok ilahi emir ve ahlaki kaidelerle alakadar olmuştur. Böyle olması da gayet tabiidir. Çünkü ilk inen ayetler imanla ilgili konuları kapsadığından ashabın hayatına takva olarak yansımış oluyordu. Zaten İslam tevhidi temeller üzerine inşa edilmeseydi, belki de bu kadar evrensel nitelik kazanamayıp tartışmacı ve hizipçi bir yapıya bürünecekti. Demek ki; ilk oluşum veya ilk maya sahabe açısından imanda sebat etmeyi gerekli kılıyordu. Sonrası malum; ilk mayanın tutmasıyla birlikte bir yandan Mekke’de doğan İslam güneşi hızla yayılırken öte yandan da, sosyal meseleler ağırlıklı olarak gündemde yerini almış ve akabinde müesseseleşme ve şehirleşme başlamıştır. Derken İslam güneşi sayesinde bedevilikten medeniliğe geçilmiştir.
Tabii ki medeni hayatla buluşmakla da her şey bitmiyordu. Zira her sosyal evrenin kendi içerisinde kendine özgü meseleleri söz konusudur. Madem böyle bir gerçek var, o halde müesseseleşmiş ve şehirleşmiş Müslüman toplumunda her yeni karşılaşılan mesele için yeni çözümler üretmek veya bilgi üretmek gerekiyordu. Ki; bu noktada içtihat müessesi bu ihtiyacı karşılayan can simidi olmuştur. Zaten ilerleyen dönemlerde hukuki ilkeler yerli yerine oturduktan sonra, içtihada ilaveten kıyas-ı fukaha’nın da fikri üretime renk kattığını görürüz. Hatta renk katmanın ötesinde kıyas yoluyla işinden çıkılmaz birçok mesele, mesele olmaktan çıkıp çözüm bulur da. Derken Kur’an, hadis ve icma ümmetten sonra kıyasta vazgeçilmez şer’i kaynağımız olur.
Malum içtihadın beslendiği temel iki ana kaynak var. Şöyle ki; Mekke ve Medine halkı için ‘hadis halkı’ denmesi kaynağa yakın olma itibariyledir. Irak halkı için ‘rey halkı’ denmesinin nedeni ise ilahi kaynaktan coğrafi olarak uzak kalmasından ötürüdür. Dolayısıyla Mekke ve Medine’ye yakın beldelerde hadis ağırlıklı içtihat hâkim olurken, Mekke ve Medine’den uzak Irak gibi şehirlerde ise rey (görüş) içtihadı ağırlık kazanmıştır.
Her nedense genellikle hadis ve sünnet kavramı aynı kategoride değerlendirilir. Oysa hadis daha çok sözlü ifadelerdir, sünnette uygulamaya yönelik fiili kaidedir. Bir başka ifadeyle Peygamberimizin (s.a.v) mübarek lisanından dökülen o güzel sözler hadisi şerif olarak anlam kazanırken, Resulullah’ın o örnek yaşayış tarzı, beşeri münasebetleri ve uygulamaları da sünnet adını alır.
Hiç kuşkusuz İslam hukukunda sünnet Kur’andan sonra ikinci baş kaynaktır. Öyle bir kaynak ki kendi içinde bile zenginlik içerir. Şöyle ki; Ebu Davut bir hadisi şerifi beyan ederken; bu hadiste beş sünnet var tespitinde bulunması beş pratik kuralın varlığına işarettir. Kelimenin tam anlamıyla hadis daha çok kelam ağırlıklı kaynak, sünnetse uygulama ağırlıklı bir kaynaktır.
Bu arada belirtmekte fayda var; avamın (halkın genel seviyesi) ehlisünnet yolunu yol edinmiş dört hak mezhepten birine mensup olması gayet tabii bir davranıştır. Çünkü içtihat çaba gerektirir. Kaldı ki herkes fikir üretemez. Üstelik mezhep imamları içtihatta bulunurken mezhep kurmak sevdasıyla ortaya çıkmamışlardır. Belli ki onların içtihatları sonradan dizinin dibinde yetişen talebeleri tarafından derlenip toparlanıp bir kurala bağlanmasıyla mezhep adını almıştır. İyi ki de böyle yapmışlar. Nitekim o yüce âlimlerin içtihatları sayesinde hayatımızı tanzim etme imkânı doğmuş, böylece Ümmet-i Muhammed firakı dalle’ye (sapık fırkaların yoluna) düşmekten kurtulmuş oldu. Madem öyle, istikamet üzere ve İslam’ın ana caddesinde yürümeyi ilke edinmiş bir Müslüman şunu iyi bilsin ki bu yürüyüşünü müçtehit imamlara borçludur. Dikkat ettiyseniz cami imamı demiyoruz ‘müçtehit imam’ diyoruz. Niye, çünkü onlar ilmiyle amil olmuş imamlardır. Zaten bizim gerçek manada anladığımız imam da; hüküm çıkarabilecek yetenekte bilge insan olmanın yanı sıra ümmet-i Muhammedin ehlisünnet dışı sapık fikirlere kapılmaması için uğraş veren ışık kandili demektir. Dahası Peygamberimizin (s.a.v); ‘Ümmetimin âlimleri, beni İsrail peygamberleri gibidir’ beyan-ı şerifi meramımızı anlatmaya yetiyor, artıyor da.
Peki, takip edilen kaynaklarda yer alan hükümler her devir için aynı mıdır? Belli ki bu sorunun cevabı için bile ictihad gerektiriyor. Her ne kadar Mecellede geçen hukuki bir kaideye istinaden; nass’ların zamanın örf ve adetlerine göre değişiklik gösterebileceğini dile getirilse de, bu özlü sözden yine de biz değişebileceğinin takdiri ve takibi için bile yeni bir içtihada ihtiyacın gerekliliğini anlıyoruz. Derken her meselenin çözüme kavuşması noktasında işin ehli âlimlerin görüşüne kulak verilmesi zaruretini idrak etmiş oluruz. Aksi takdirde her an karşılaşabileceğimiz altından kalkılamayacak engelleri ayıklamak zor olacaktır. Malum; içtihat kapısının birinci elden ilk önderi şüphesiz Peygamberimizdir. Zira Resulüllah’ın (s.a.v) zaman zaman görüş bildirmesi, Ashabı Kiramın da Efendimizin huzurunda veya gıyabında fikir teatinde bulunması bunu teyit ediyor. Bu durum aynı zamanda İslam’ın dogmatik düşüncelere geçit vermediğinin bariz delilidir. Bakın Peygamberimiz (s.a.v) Risalet’inin yanı sıra yeri geldiğinde bir kadı, yeri geldiğinde bir müftü, yeri geldiğinde devlet reisi olarak ta tasarruflarda bulunmuş, o halde bu din nasıl dogmatik olsun ki. İşte İmam-ı Azam Ebu Hanife bu gerçekler ışığında; “Kim ölü bir araziyi imar ve ihya ederse orası onundur” hadisi şerifinin bir devlet reisi sıfatıyla söylenmiş bir hadis olduğunu dile getirmiştir. Böylece bu yorumla birlikte devlet izin vermediği müddetçe hiçbir şahsın sahipsiz bir araziyi imar edemeyeceğini fark etmiş oluruz. Dahası bu hadisin ruhunda Hicaz mıntıkasına yönelik tarımcılığa, şehirleşmeye ve medenileşmeye teşvikte vardır.
Hâsılı; Resulullah (s.a.v) karşılaştığı herhangi bir meselenin çözümü için her seferinde vahyi beklemediği, istişare ya da içtihada başvurduğu bir sır değil elbet. Nitekim Peygamberimiz (s.a.v); ‘Bana vahiy olmayan hususlarda aramızda (ki davalarda) rey’imle hükmederim’ buyurmuştur. Hakeza yine bir hadisi şerifte; ‘Size kendi rey’imle bir şeyi emredersem unutmayın ki ben ancak beşerim’ buyurarak rey ve içtihatta bulunulabileceğini vurguladığı gibi “Bana itaatin Allah’a itaat” olduğunu bildirmiştir.

FİKRİ ÜRETİM
Fikir üretmemekte ve statik kalmakta direnenler dogmatik fikirleriyle birlikte er geç yıkılmaya mahkûm kalacakları muhakkak. Malum; statükoculuğun en bariz göstergesi tekrarcılık illetidir. Bu illete krizde diyebiliriz. Bilmezler ki bu krize tutulmuş bazı aklı evveller ellerine tutuşturulmuş hazır reçete veya ezberledikleri nakaratları zikretmekle monotonluğun pençesinde debelenip ömürlerini heba etmiş oluyorlar. Onlar ömürlerini heba ede dursunlar şöyle bir gerçek var ki; fikir üretimi toplumda gelişmecilik ve dinamizm doğurmaktadır. Dahası her yeni fikir, ilerlemenin ötesinde bir toplumun düşünce alışkanlıklarından kopuşu olarak sahne alır. Elbette ki yenilik derken tercihimiz müspet manada yenilikten yana olacaktır. Zaten yenilik derken de yeniden doğma, kendini keşfetme ve gelişmeyi kast ederiz. Bundan öte her ilerlemeyi kendi çapında bir Rönesans olarak algılarız. Madem öyle kendi öz Rönesans’ımızı keşfedip fikir veya aksiyonumuzu yeniden vizyona koymak icap eder.
Fikri ve bilgi üretim olmadığı zaman ne idrak kalır ne beyin kalır, ne de kalp huzur bulur. Dahası A’dan Z’ye her şey durağanlaşır. Örnek mi istiyorsunuz, işte toplum mühendisliği açısından 28 Şubat post modern darbesi verilecek en çarpıcı misaldir. Malum, bilgi ve bilgi toplumu gerçeğinden bihaber statükocu kesim kendi geliştirdikleri “28 Şubat post modern” usullerle üniversiteyi kışlaya çevirdikleri yetmezmiş gibi, aklı da karaya oturtmuşlardı. Zira statükoculuğun kol gezdiği o günlerde hür düşünceye pranga vurulmuştu. Bu durumda nasıl fikir doğsun ki. Maalesef her on yılda bir tekrarlanan darbelerle hür düşünce kesintiye uğramaktadır. Oysa batı ne zaman ki; kilisenin tahakkümünden kurtulup hür düşünmeyi keşfetti, ancak o zaman gelişmenin kapısını aralayabildiğini görüyoruz. Anlaşılan Avrupa’nın orta çağda en büyük problemi düşünceye kilit vuran kilisenin karşı çıkış tavrıydı. Öyle ki nice deha fikirler engizisyona tabi tutulup giyotine kurban verilmiştir. Fikrinden ve ilmi çalışmalarından dolayı nice aydınlar canından olmuştur. Neyse ki batı tüm bu acı ve elim hadiselerden sonra ders alıp hür düşünceye kavuştuğunda işte o zaman Rönesans’ını gerçekleştirebilmiştir. Her ne olduysa bizde o arada gelişme çağlarımızda bir anda durağanlaşıp kendi kendimizin orta çağını hazırladık.
Yine de batı mevcut şu haline fazla sevilmesin. Çünkü batının bugünkü geldiği noktada problemi bir başkadır. Üstelik bu sefer ki bunalımın niteliği eskisinden daha vahim ve bir o kadar da ürkütücüdür. Nasıl ürkütücü olmasın ki, kilisenin köleliğinden kurtulan batı, bu seferde makinenin kölesi olmuştur. Demek ki akıl bir noktaya kadar rehbermiş, aklında sınırı varmış meğer. Bu sınırda ruh devre dışıysa yapılacak bir şey yok, artık ortada akıl tutulması hal söz konusudur. İşte ruhunu yitirmişlik denen maraz illet budur. Öyle ki hayatının büyük bölümünü makine ve bilgisayar üzerine tanzim eden Avrupalı bir anda robotik topluma dönüşüverdi. Batılı sil baştan yeniden köledir, şimdiki köleliğin tek farkı genlerine kadar işlemiş akıl tutulması köleliğidir. Belli ki insan makineyi yönetmiyor, yöneten sadece makinedir. Zaten bu sistem böyle devam ederse sıkıştıklarında yardım için başvuracakları tek güç kaynağı Hollywood filmlerine konu olan uzaylı yaratıklar olacaktır.
Anlaşılan modernite hayat dedikleri model; insana robot hayat sunuyor. Oysa insan bu düzende bir hiçtir. Kaldı ki bu modelde insan üretip tükettiği sürece ancak değer kazanabiliyor. Şayet bu toplum vicdanında değer sayılırsa. Bu duruma maruz kalan insan ne yazık ki yaşadığı anla ilgisi olmadığı gibi çevreye bakışı da şaşkınca seyretmektedir. Maalesef insanoğlu bu düzende bir türlü ruhunun açlığını giderecek iklim bulamıyor, bulamaz da. Bir kere ortada aklın kölesi olmaya razılık vardır. Ruh bedende esir kaldığı sürece olacak olan buydu. Yazık, hem de ne yazık bir hiç uğruna insanlık telef oluyor. Yinede siz siz olun karamsarlığa kapılmadan ruhunuzun derinliklerine işleyecek nefesi aramak gibi bir derdiniz olsun. Ah! Ah! Hem de ne Ah! Bir de şu ruhunu bedenine esir kılmış insanlar var ya, İslamiyet’le bir tanışabilseler, işte o zaman aradıkları huzuru bulup gerçek hürriyetin tadına ulaşacakları muhakkak, ama daha henüz o ışığı görmüş değillerdir. Nasıl görsünler ki. Vahiyden habersiz kitleler her geçen gün habire çoğalmaktalar. Zaten böyle giderse o çok övündükleri modernize hayat başlarına çöküp yeryüzünde enkaz yığını olarak kala kalacaklardır.
Belli ki dayanışma, yardımlaşma ve sevgiden yoksunluk kitleleri huzursuz kılıyor, solumaya ihtiyaçları var. Ama nasıl? Salt aklın hükümranlığına son verip insana nefes alma imkânı sunan İslamiyet’le buluşmakla elbet. Böyle bir buluşma gerçekleştiğinde ebedi saadetin kapıları açılacağına inancımız tam. Zira Vahiy felsefenin, aklın, ideolojinin mantığın ve her şeyin üstünde… Kur’an bu anlamda; hem nur, hem ışık, hem de topyekûn beşeriyeti huzura götüren tek rehberdir. Öyle rehber ki Kuran’ın muhatabı tüm insanlık, asla herhangi bir etnik topluluğu muhatap almaz. O halde içinde bulunduğumuz karmaşık yapıya son verecek kılavuzu vahiyde aramak icap eder.
Şöyle tarihe uzanıp baktığımızda sahabenin insanlığa soluk aldırdığını görürüz. Nitekim Hulefa-i Raşid devrinin sonlarına doğru bir kısım sahabe bu duygu düşünceler eşliğinde irşat gayesiyle İslam âleminin çeşitli yerlerine dağılmayı vazife bilmişlerdir. Mesela Hz. Ömer’in (r.a) Abdullah b. Mesudu Kufe’ye irşat maksadıyla göndermesi bunun tipik misalidir. Derken bu tür görevlendirilmiş sahabe vahiy ve sünnet yayıcıları olarak adından söz ettirip fikri üretime katkıda bulunmuşlardır. Hakeza Hz. Ali’nin (k.v) idare merkezini Kufe’ye nakletmesi de aynı amacı taşır. Maalesef Emevi’lerin idareyi ele almalarından sonra durum vaziyet değişmiştir. Öyle ki Emevilerin baskısından bunalan ilmiyle amil bir kısım sahabe Hicazda toplanmak zorunda kalmışlardır. Zira bilgi üretiminde hür düşünmek esas olduğundan böyle tutum sergilemişlerdir.
Peygamberimizin yaşadığı dönem ve sonrası dört halife döneminin ardından Mekke ve Irak civarını mesken tutmuş sahabe halkasının rahle-i tedrisatında yetişmiş Tabiin nesli doğuverdi. Gün yüzüne çıkan bu ilk neslin içerisinden ise Mekke ekolü (Hadis ağırlıklı fikir üretiminin önderi) ve Irak ekolü (rey ağırlıklı bilgi üretimin kapısı) diye iki ışık kaynak teşekkül etmiştir. Bu iki ışık kaynağın biri; merkezi Medine olan Hicaz Medresesine, diğeri de Kufe merkezli Irak Medresesine dayanır. Böylece her iki ekolde zaman içerisinde dal budak salıp aydınlık penceremiz olmuşlardır.
Şurası muhakkak; Tabiin devrinde kesin hatlarla belirlenmiş mezhepler zuhur etmemişti. Fakat zaman geçtikçe her oluşan hadise ve şartlar karşısında ihtiyacı giderecek yeni bir içtihadı zorunlu kılıyordu. Neyse ki Tabiin âlimlerinin içtihatları da tıpkı sahabe âlimleri gibi rey ve istişareye önem veren türden olduğundan birçok mesele bir çırpıda çözüm bulabiliyordu. Tabiinin Sahabeden tek farkı rey’lerini ortaya koyarken, kıyas, örf, adet, maslahat, zaruret gibi unsurları da kullanıyor olmalarıdır. Ayrıca kendi içinde Hicaz Medreseli meşrep ve Irak Medreseli meşreplilikten kaynaklanan yorum farkı da söz konusudur.
Dördüncü asra gelindiğinde ise içtihadın yerini mukallit, asıl kaynakların yerini mezhep-kavl hükümler almaya başlamıştır, hatta bu gelişmelerin nihai noktaya geldiğinden hareketle içtihat kapısının kapandığı zannına kapılanlar olmuştur. Derken bu hengâmede fıkıh ilmi sahasında:
-İçtihatçılar (fikir üreticileri).
-Taklitçiler (tekrarcılar) diye iki gurup ortaya çıkmıştır.
İçtihat; rey, fıkıh, kıyas vs. tüm bilgi üretim faaliyetlerini içine alan bir kavramdır.
Madem hayat devam ediyor. O halde devam eden hayat için fikri üretim için çaba sarf eden âlimlerin çalışmalarına destek vermek icap eder. Çünkü içtihadın durması dinin sosyal hayattan çekilmesi demektir. Asla içtihat farklılığı, ayrılık olarak telakki edilmemeli, bilakis içtihat farklılığı bizim fikir zenginliğimizi ortaya koyan özelliğimizdir. Bu öyle bir özellik ki; dört büyük mezhep imamı birbirlerine düşman gözüyle bakmadıkları gibi aralarında ki yorum farklılığını hoşgörüyle karşılamasını bilecek kadar erdemlidirler. Zaten mezhep imamlarının karşılıklı hüsnü niyetleri sayesinde zihni gelişmenin en üst zirvesine çıkılabilmiştir. Bu yüzden onlar fikir ve bilgi üretiminin baş mimarları olarak gönlümüzde yaşamaya devam edecektir. Nasıl etmesin ki onların önümüze koydukları içtihatları olmasaydı İslam toplumuna yönelik her türlü yıkıcı fikir akımlara karşı verecek cevabımız olamayacaktı.
BİLGE ŞAHSİYETLER
Özellikle Emevilerin son devri ile Abbasilerin yükselme çağında yetişmiş müçtehit imamların ve özellikle dört büyük imamın içtihatları Ümmet-i Muhammed’e büyük soluk aldırmıştır. Bu müçtehit imamlar ve talebeleri sayesinde Tabiin devrindeki hadis ve rey (görüş) kaynaklı içtihatlar derlenip, toparlanıp birleştirilerek fikir dünyasında bir külliyat oluşabilmiştir. Bu arada Müçtehit imamların içtihatları mezheplerin teşekkülünü doğurmuş ve böylece bilgi taklitçiliğinin ve tekrarcılığın önüne geçilmiştir. Ne var ki; Müçtehit imamlar döneminde sonra, içtihat yapmada gerileme görülmüş, yerini daha çok içtihat ve taklitçilik konusu tartışmaları almıştır.
Müçtehidin rey’ini benimsemek taklit değil mutabaattır. Taklit daha çok delilsiz olarak ortaya atılan hükümleri kabullenmek ve itaat etmek demektir. Avamın elbette ki bir âlimin fikrine başvurması gerekir. Normal olmayan davranış bilgi sahibi olmadan fikir yürütmektir. Müçtehit bilgi sahibi olduğundan taklit etmesi gerekmez, hatta yeni oluşan meseleler karşısında bir müçtehidin kendi kabına çekilmesi de uygun değildir, ondan fikir üretmesi ve çaba sarf etmesi beklenilir. Bakın Gavs-ı Bilvanis-i Abdülhakim el Hüseyni (k.s) der ki; Mürşit o dur ki kendinden üstün mürşit yetiştire. Bu müthiş sözden ilim yolunda durmak yok, yola devam anlaşılmaktadır. Zira Peygamber’in (s.a.v); ‘İki günü birbirine eşit kılan zarardadır’ beyanı her alanda fikir üretiminin gerekliliğine işarettir. Madem öyle üretim denilince sadece ekonomik faaliyetler anlaşılmamalı. İnsanın kendi kendini işlemesi bile üretimdir. Bu yüzden insanın kendini bilmesi ilimden sayılmıştır. Nasıl ki tabiatı işleyerek ekonomik faaliyetlere zemin hazırlanıyorsa, pekâlâ insan da bir âlimin eşiğinde işlenip bilgi küpü hale getirilebilir.
İçtihat müessesi kapatılıp sırf taklitle yola devam edildiğinde pansuman tedbirinden öte bir işe yaramayacaktır. Taklitte ısrarcılık cehalete davetiye çıkarmak olacaktır. Oysa fikri ilerleme bir döneme mahsus olmayıp her devir için ihtiyaç gerektiren bir husustur. Maalesef günümüzde bilge kişilerin azlığı toplumu koyu cehalet bataklığına sürükleyebiliyor. Dolayısıyla toplumun bilgi kirliliğine maruz kalmaması için, gerçek manada bilge şahsiyetlerin varlığına ihtiyaç vardır. Bakın İmamı Gazali, İmamı Rabbani, İbn-i Haldun, İmamı Azam gibi âlimler yaşadıkları devirlerde toplum içerisinde cereyan eden birçok ihtilafların giderilmesini sağlamışlardır. Malum İmamı Gazali döneminin hastalığı felsefi fırkalardı. Neyse ki Gazali, bütün yıkıcı felsefi akımları ehlisünnet ekolü içtihatlarıyla çürütüp İslam âlemine yönelik zararlı fikirlerin yayılmasının önüne geçebilmiştir. Hakeza İmamı Rabbanide (k.s) öyledir. O da tarikat şeriat çekişmelerine son verip tarikatın şeriattan ayrı düşünülemeyeceğini, bilakis her ikisinin iç dış misali bir bütünü temsil ettiğini ispatlamıştır. İşte böyle yolumuzu kolay kılan müçtehit imamlar sayesinde İslam âlemi rahat nefes alabilmiştir. Aslında her yüz senede müceddit gelecektir (müceddit dinde bilgi üreticisi ve irşat edici demektir) ilahi prensibi İslam âlemi için müjdedir. Bu yüzden 1960 yıllarında ahirete irtihal eden Said Nursi’nin mücadelesini kayda değer aydınlanma harekâtı olarak değerlendirilmelidir. Zaten onun ışık saçan fikirleri günümüzde ışık vermeye hala devam ediyor da. İyi ki de bu ışık var. Aksi takdirde ateizmin kol gezdiği dünyamızda koruyucu zırhtan (Risale-i Nur eserlerinden) mahrum kalacaktık. İşte bu imanı hakikatler Müslümana yol göstermenin ötesinde insanlığa da mesaj vermektedir. Şöyle ki, Haşir (ahiret) risalesini okuyan bir gayrimüslim:
—Bunu derhal yok edin der. Tabii etrafındaki insanlar bu duruma anlam veremez, merak edip nedenini sorduklarında;
“ — Elimdeki Haşir risalesi sanki beni ahret sokaklarında gezdiriyor, biraz daha okursam…” gerçeğini itiraf etmek zorunda kalır. İşte bu itiraf Bediüzzaman’ın çağa damga vurduğunun bir göstergesidir. Cemil Meriç bu yüzden; çağımızda iki görüş hâkim. Her ikisi de ben-i âdem, ama Bedi’üzzaman bize çok daha yakın der.
İnsan Risaleyi Nurları okuyunca devrin birçok karmaşık meselelerin üstesinden gelebiliyor. Besbelli ki; Bediüzzaman yirminci asrın en büyük üstatları arasında kendinden söz ettiren bir dehadır. Dünya döndükçe böyle daha nice üstatlar yeryüzüne şeref vereceği muhakkak. Çünkü Allah’ın vaadi var; nurumu tamamlayacağım diye. Böylece İslam âlemi, hatta tüm insanlık bu tür umut ışıklarından yoksun kalmayacaktır. Madem kıyamete kadar böyle zatların var olacağına inancımız tam, o halde halkın üçler yediler, kırklar dediği böylesi Rabbani âlimleri aramaya koyulmalıdır. Bu yüzden olsa gerek İmamı Rabbani (k.s); “Ne mutlu murat mürşit bulana” diyor. Bakın “Ne mutlu muradı olana” demiyor, “murat mürşit” diyor. Niye acaba? Nedeni gayet açık; murat mürşit bulmakla işin sonunda kurtuluşa ermek vardır. Bu yol zaten bir gönül sultanının kalbine girip ötelere kanatlanma yoludur, işte aranılan murat budur. Dünya var oldukça böyle zatlar tükenmeyecektir, bu böyle biline. Zira Allah’ın hazinesi sonsuzdur. Dolayısıyla gönül sultanları şu devirle, bu dönemle sınırlı tutulamaz. Yeter ki İmamı Rabbani’nin (k.s) dediği gibi arayıp bulmaya murad edinelim gerisi kolay, sonunda gerçek arayışa koyulan Mevla’sına kavuşacaktır elbet.
Bediüzzaman Said Nursi’nin şu sözleri bir başka irşat edicinin varlığını haber veriyor; “Dokuz yaşımda Şeyh Abdurrahman-i Taği’yi tanıdım. Bu zat velilere makam aldıran zattır.”
Düşünebiliyor musunuz velilere makam aldıran zat kim bilir kendi makamı nedir? Böylece Bediüzzaman’ın dilinde bir başka büyük dehayı da öğrenmiş oluyoruz. Seyda-ı Taği (k.s) aynı zamanda Nakşî silsilesinin büyüklerindendir.
Her devirde böyle büyük deryaların çıkması İslam’ın kendi bünyesinden ve engin potansiyelinden ileri gelen bir durumdur. Zira İslam hür tefekkürü zindana hapsetmez, düşünceyi irşat vasıtası olarak görür. Ancak irşadın olması içinde irşat olunmak gerekir.
Velhasıl; Gavs-ı Bilvanisi’nin (k.s) dediği gibi deriz: ‘İrşat olmayan irşat edemez.’
Vesselam.

Hakkında: dedekorkut1

İlginizi Çekebilir

Surelerin Sıralı Olarak Listesi

Surelerin Sıralı Listesi Namaz Surelerinin Sıralanışı Kuranı-ı Kerim’de Fatiha suresinden Nas suresine doğru bir sıralama …

Bir Cevap Yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir