Ana Sayfa » Genel » Kıyas-ı Fukaha ve Diğer Meseleler

Kıyas-ı Fukaha ve Diğer Meseleler

KIYAS-I FUKAHA VE DİĞER MESELELER

ALPEREN GÜRBÜZER

Kıyas; mukayese, ya da rey demektir. Buğdayı buğday ile misli misliyle satınız, fazlasını satarsanız fazlası faiz olur hadis-i şerifte geçen “buğdayı buğday ile misli misliyle satınız” ifadeleri kıyastır. Kıyas; celi (açık veya anlaşılabilir) ve hafi (gizli-istihsan) diye iki ana başlık altında tasnif edilir.
Kirli havuz ve kuyuların taşlarında pislik izi kalabileceğinden kıyasla buradan çıkarılan suların temiz olamayacağı hükmüne varmak gizli kıyastan sayılır. Çünkü ortada zaruret söz konusudur. Hakeza yırtıcı kuşların artıklarının temiz olmaması gerekirken, gagalarının kemik olduğu nazarıitibara alınarak gizli kıyas gereği temiz sayılmıştır. Fakat yırtıcı hayvanlar bundan istisnadır. Çünkü bu tip hayvanların ağızlarından salya akmaktadır.
Kıyas zannı delil olarak kabul görür. Zira Kur’an’da geçen; Göklerin ve yerin hükümranlığına bakmıyorlar mı? (A’raf,185) “Düşünmüyorlar mı ki arkadaşları olan Peygamberde bir delilik yoktur” (A’raf,184) gibi ayetler akıl melekesini kullanarak bir takım hakikatlere ulaşılabileceğine işaret vardır.
Kıyası kabul etmeyenler genellikle; ‘Sana kitabı her şeyi açıklayıcı olarak indirdik’ (Nahl, 89) ve ‘Yaş kuru hiçbir şey yoktur ki açık olan kitapta zikredilmesin’ (En’am,59) ayeti kerimelerini delil olarak sunarlar, oysa kıyas ispatlayıcı delil değil, açıklayıcı bir delildir. Bu durumu maalesef görmezlikten geliyorlar. Bundan öte onlara sormak lazım, ayette geçen ‘..her şeyi açıklayıcı…’ ifadesi anlam bakımdan noksan olmaz mı? Şayet böyle düşünülürse Peygamberimizin sünnet-i seniyesi bile delil kabul edilmeyecektir. Kaldı ki birçok müfessir; En’am süresinde geçen ‘kitap’ ibaresinden maksat levh-i mahfuz olduğu yönünde hemfikirdirler.
Resulü Ekrem Muaz b. Cebel’i Yemene kadı tayin ettiğinde:
— Ya Muaz! Oraya vardığında ne ile hükmedeceksin?
Muaz bin Cebel cevaben:
— Allah’ın kitabı ve Sünnet-i Nebeviyle hükmederim der.
Allah Resulü:
—Ya kitap ve sünnette hüküm bulamazsan?
Bu sefer Muaz bin Cebel:
—O zaman kendi içtihadımla hüküm veririm, der.
Resulü Kibriya bu cevabın üzerine:
— Allah’a şükürler olsun ki; seni Resulünün razı olacağı şeye başarılı kıldı, diyerek Muaz b. Cebel’in sözlerinden son derece hoşnut kalmıştır. Nasıl ki Rasulullah’ın ‘Kitap ve sünnette bulamazsın’ sorusundan maksat her hükmün kitap ve sünnette açık açık yer almayacağına bir işaret teşkil ediyorsa aynen öylede Muaz b. Cebelin ‘Kendi içtihadımla amel ederim’ cevabı da bir o kadar kıyasın varlığına delil teşkil eder. Mesela zinaya kıyasla herhangi kötü bir fiili işlemenin yasak olduğunu söylemekle kitabı reddetmiş sayılmayız. Hakeza Allahü Teâlâ insan hayatına mal olabilecek zehirli bir maddeyi yasak koyduğunda bu yasak hükümden hareketle bu tür zehir kapsayan ürünlerin yasaklandığını söylemek kıyas olur. Aslında Allah-ü Teâlâ kullarına yasakladığı veya helal kıldığı herhangi bir şeyin ayrıntısını vermeden kıyas yapıp düşünmeye ve tefekküre davet ediyor.
Bir başka misalde Resulullah’a sorulan soruda gizli. Şöyle ki;
Hasamiyye;
—Ya Rasulüllah! Babam haccetmeden vefat etti, babamın yerine Hac farizasını yerine getirsem faydası olur mu diye sormuş, bunun üzerine Habib-i Kibriya (s.a.v):
Babanın borcu olsa onu sen ödesen, babanın borcu ödenmiş olmaz mı?
Hasamiyye:
— Ya Rasulullah elbette ki ödenir der.
Rasulullah(s.a.v):
— O halde Allah’a olan borcun kaza edilmesi daha layıktır diye beyan buyurup bir kıyas örneği daha ortaya koymuştur.
İşte Hz. Ömer bu ve buna benzer kıyas örneklerinden hareketle birçok meseleyi şura kararlarıyla sonuçlandırıp hükme bağlamıştır. Hatta o; Kadı Şureyh ve Ebu Musa el Eş’arı gibi kadılara gönderdiği mektuplarla Edilley’i Şeriyye’ye sıkı sıkıya bağlı olmaları noktasında ve bu dört kaynaktan taviz vermemeleri hususunda telkinlerde bulunmuştur. Dolayısıyla kıyas Hz. Ömer tarafından kaynak olarak kabul görmüştür.
Elbette ki deliller arasında mesela kitap ile sünnet arasında çelişki olduğunda öncelikle kitap esas alınır, şayet iki sünnet arasında kıyaslama söz konusu olursa meşhur sünnet meşhur olmayana tercih edilir. Hakeza nass zahire, müfesser nassa, muhkem müfessere, hakikat mecaza, sarih kinayeye ve ravisi fakih olan hadis fakih olmayana tercih edilir. Oldu ya tüm tercihler ve alternatifler taranmasına rağmen iki delil arasında denklik söz konusu oldu artık bu noktada her ikisi de delil olmaktan çıkar. Tabii deliller incelenirken şu önemli ayrıntıyı da unutmamak gerekir. Bir kere her şeyden önce ayetlerin nüzul ve söyleniş tarihleri dikkate alınmalıdır, aksi takdirde geç nüzul olanın öncekini nesh etmiş olduğunu fark edememe durumu ortaya çıkacaktır. Keza yine bir başka dikkat edilmesi gereken hususta iki sünnet arasında çelişik durumlardır. Şayet bu çelişik durum çözülemezse sahabenin bu konudaki görüşünü atlamamak icap eder, hatta ashabın görüşlerinde de çelişki varsa en nihayet kıyası fukahaya başvurulması gerekir. Nitekim Numan b. Beşir; Resulü Ekrem’in güneş tutulması namazını bir rükû ve iki secde ile kıldığını rivayet etmişken, Hz. Aişe’de; her rekâtında iki rükû ve iki secde olarak iki rekât kıldığını beyan buyurmuştur. İşte bu iki rivayet arasında tercih etme imkânı kalmadığından, ister istemez diğer namazlar kıyas alınıp bir rükû ve iki secde ile iki rekât namaz kılınması hükmüne varılmıştır.
Edille-i Şeriyye’nin dışında bir takım delillerde söz konusudur. Ne var ki kesin bir delilin yanında zannı delillere pek itibar edilmez. Bu arada Edille-i Şeriyye’nin haricinde İslam öncesi şeriatlar, istishab, taklid, istidlal, örf ve adet maslahat gibi delillerin varlığından haberdar olmakta fayda vardır.
İslam’ın insanlığa indirilmiş en son din olması hasebiyle bir önceki şeriatları nesh ettiği icma ile sabitse de sahih olan görüşe göre Allah-ü Teâlâ’yı ve Resulünü inkâr etmeksizin eski şeriatlarında bağlayıcılığı vardır. Fakat mutlak bağlayıcılığı yoktur.
İstishab; bir şeyin aksi ortaya çıkmadıkça var sayılabilecek bir delildir. Hanefilere göre yitik bir insanın malına varis olunmayacağı gibi ihtiyaten mal paylaşımı durdurulur da. Hakeza Hz. İsa’nın Şeriatı İslamiyet’in zuhuruna kadar geçerlidir hükmü bir istishab hükmüdür.
Taklid, delil olarak algılansa da, aslında bu bağrında birçok kusuru barındırması muhtemel bir delil niteliği taşır.
Örf ve adet; bazı durumlarda İslam kaidelerine, akla ve mantığa aykırı düşmeyecek kaydıyla delil olarak kabul görmüştür. Örf âdete teamül de denip tekrar tekrar yapılan alışıla gelmiş işler kapsamında değerlendirilir. Malum örf; sözlü ve fiili olmak üzere iki kategoride zikredilir. Mesela; bir kimse; ‘Falan eve ayağımı basmam’ diye yemin etse örf âdet gereği o eve girmeyeceği anlaşılır, dolayısıyla o eve binek üzeri girse de yeminini bozmuş olur. Nass geneli kapsayan bir delil, örf adet ise sınırlı bir alanı kapsadığından yerel delil olarak addedilir. Şayet Şer’i delil ile örf âdet arasında çelişki görülürse nass tercih edilir. Hatta şer’i bir nass nüzulü esnasında var olan ya da yürürlükte olan bir örf âdetin hükmünü tespit için gelmişte olabiliyor. Ancak söz konusu o örf âdetin değişikliğe uğrayıp yerine ondan daha iyi bir örf âdet oluştuğunda sonraki esas alınır. Zaten Mecellede geçen; ‘Zamanın değiştirilmesiyle hükümlerin değişmesi inkâr edilemez’ kaidesi bu esasa dayanır.
Hüküm; bir şeyi bir şeye dayandırarak ortaya konulan ana kural demektir. Mesela Allah-ü Teâlâ tarafından bir şey haram, ya da helal kılındığında bu şer’i hüküm olur. Şari şer’i hükümleri bilen bilge şahsiyetler olma hasebiyle şayet onlar şu fiili yapmayınız der de men edilen o fiili işlenirse haram olur. Onların bir anlamda yap dediğini yapmak farz olur. Hakeza Rabbül âlemin şu işi ister yapınız isterse yapmayınız beyan buyurduğunda o işi yapıp yapmamak mubah adını alır.
Alamet; ismiyle müsemma nişân (işaret) anlamına gelir. Mesela namaz tekbirleri bir noktada diğer rükünlere geçiş alameti sayılır ki, bu mutlak alamet diye tarif bulur. Keza vakit namazların adlandırılmasına sebep olduğundan, buna ‘illet alamet’ denir. Hakeza yine güneşin doğmasıyla gündüze alamet teşkil eder ki, bu da ‘mecazen alamet’ olarak adlandırılır.
Mahkûm bih; Mükellef olanların müspet ya da menfi fiillerini kapsar. Allah hakkı (Namaz, oruç, iman vs.), kul hakkı (kendi dışındaki kişiye verilen zarar vs.) ve ikisi bir arada Allah ve kul hakları (iftira gibi) bu niteliktedir.
Mahkûm aleyh; muhatap kılınan insan, yani ehliyet sahibi insan manasınadır. İnsanoğlu daha ruh âlemindeyken ilahi buyruğa muhatap kılınıp; Ben sizin Rabbiniz değil miyim fermanı karşısında; Evet (Zümer,71) demesiyle birlikte kendisini sorumlu kılmıştır. Hatta Allah-ü Teâlâ insanoğlu bu vermiş olduğu sözü inkâr etmesin diye her kavme gönderdiği peygamberler aracılığıyla her daim hatıra taze tutulup, bu konuda onları şahit kılmıştır.
Ehliyet; tam ehliyet ve eksik ehliyet olarak tasnif edilir. Çocuk ve bunaklar eksik ehliyet olarak değerlendirilirken, akıl ve buluğa ermiş olanlar ise tam ehliyet olarak kabul görür.
Delinin imanı velisinin ve ebeveynine bağlı olarak sahihlik kazanır, dinden dönmesi de öyledir. Devam eden delilik durumlarında ibadetler bu kişiden düşer. Ki; bu süre namaz için İmam Muhammed’e göre altıncı namaz vaktinin girmesiyle, oruç için bir ay, zekât içinse bir seneyle sınırlıdır. Şu da bir gerçek; deliler sözlerinden dolayı değil fiillerinden dolayı cezalandırılabiliyor.
Baygınlık hali de ibadetleri (namaz) iptal eder. Fakat oruç ve zekât bundan istisnadır. Çünkü baygınlık uzun zaman dilimi devam edemeyeceğinden ötürüdür.
Uyku halinde sarf edilen sözler ciddiye alınmaz, mesela uyku halindeki bir insanın alışverişi, boşaması, azat etmesi, dinden dönmesi gibi sözler bu kapsama girer.
Sarhoşlukta baygınlık hükmündedir. Zira zorla içki içitilmiş kişiye içki cezası uygulanmaz. Zorla öldürtme, yaralama ve zina gibi eylemlerden haramlık düşmez, ama zorlayana kısas uygulanır. Hakeza baskıyla şarap içitilen, domuz ve ölü eti yedirilenden haramlık düşer, ama bu kişi böyle bir ruhsatı kullanmaktan kaçınırsa günah işlemiş olur. Zira Ammar b. Yasir kalben inandığı halde dille tevhide aykırı bir söz söylemesiyle imanından olmadı. Demek ki bir insan baskıyla kalben farz olduğuna inandığı namazı terk etse bile günahkâr olmuyor. Kaldı ki kendisinden isteneni taviz vermeksizin işkenceye dayanıp öldürülürse şehitlik mertebesine de erişebiliyor. Hatta bu durum malın korunması içinde öyledir. Çünkü o kişi bu tip tavırlarla İslam’ın şanını yüceltmiş oluyor. Peki, sarhoşluğun ölçüsü nedir dendiğinde, elbette ki mezhebimizin hükmünü esas alınması icap eder. Nitekim Hanefiler; kasten içki içen biri için yer ile gök arasını ayırt edebilecek düzeyde ise had uygulanmaz hükmünü vermişlerdir. Şurası muhakkak sarhoşta ibadetlerden sorumludur.
Unutkanlık hakkında tahakkuk edecek hükme mani değildir. Şöyle ki; namaz içinde unutması sehiv sayıldığından bu durum sehiv secdesiyle gideriliyor. Tabii giderilemeyen de var. Şöyle ki; bir insan namaz kılarken su içse namaz bozulmaktadır. Hakeza namazın vaktini unutup vakit geçtiğinde o namaz kaza edilmesi lazım gelir. Fakat oruç böyle değildir. Yani bir insan oruçluyken unutarak su içse orucu bozulmaz. Hakeza namazın vaktini unutup vakit geçtiğinde o namaz kaza edilmesi lazım gelir.
Mümeyyiz; iyi ile kötüyü ayırt edebilen (temyiz sahibi) çocuk demektir. Böyle bir çocuk mirasa, vasiyete, kendi adına alınan mülkiyete yetkilidir, ancak köle cariye ve gayrimüslimlerin çocukları herhangi bir Müslüman yakınına varis olamaz. Hakeza çocuklar namaz, zekât gibi ibadetler ya da kısas ve mirastan men edilme gibi cezalardan sorumlu değildirler. Çünkü ibadetler özgür iradeyle, cezalar ise kınama amacıyla yapılır. Zaten çocuklardan hür tavır beklenemez ki, bu yüzden sergiledikleri fiiller kınamaya esas teşkil etmez. Mümeyyiz bir çocuk kendisine miras bırakan kişiyi öldürse mirastan mahrum edilemez, hatta kısasta uygulanmaz. Zira çocukluk bir noktada özür hali sayılır. Ayrıca mümeyyiz bir çocuk veli olamaz, ama kendisine veli edinebilir.
Bunaklar mümeyyiz çocuk hükmünde olmakla beraber akıllı çocuk kategorisine dâhil edilirler. Dolayısıyla mümeyyiz çocuk için geçerli olan kurallar bunak içinde geçerlidir.
Ölüm; hayatın sona ermesi, başka bir hayata geçiş hali demektir. Malum ölen insanın mirasından öncelikle defin masrafları çıkarılıp, sonra borçlarına geçilir, akabinde vasiyetleri yerine getirilir. Ölümcül hastalığa tutulmuş bir şahıs mirasının hepsini vasiyet edemez, ederse ancak 1/3’ü esas alınır, geriye kalan 2/3’üne itibar edilmez. Zira ölümle insan üzerindeki birçok mükellefiyetler düşmüş olur. Fakat vasiyet yoluyla yapmış olduğu yükümlülükler devam eder. Mesela bu konuda yakınlarının iaşelerin teminine yönelik sorumluluklar (nafakalar) bunun tipik misalidir. Hakeza ölen şahsın vaktiyle başkasına ait gasp ettiği mal varsa mirasından karşılanır.
İbra; vazgeçme anlamına gelir. Elbette ki vazgeçmenin de kural ve kaideleri söz konusu. Dolayısıyla bir kimse borçlusunu şaka yoluyla ibra etse geçerli değildir.
Sefer: Bu konu başlı başına ayrıntıları olan konu olmakla birlikte genel itibariyle seferde doksan kilometrelik mesafe esas alınır. Bu yüzden sefer hali vuku bulduğunda dört rekâtlı farz namazların ikişer rekât kılınır.
Müftü: Tabii olduğu mezhebin içtihadı üzerine hükümleri aktaran görevli demektir. Müftüye bir mesele sorulduğunda sırasıyla şu silsileyi takip eder; önce İmam-ı Azam, onda bulamazsa İmam Ebu Yusuf, onda da yoksa İmam Muhammed’in görüşlerini araştırır, derken sorulan mesele vuzuha kavuşmuş olacaktır. İmam-ı Azamın talebelerinden İmam Ebu Yusuf’a Şeyheyn, İmam Muhammed’e Tarafeyn, Her ikisine de İmameyn ya da Sahibeyn denilir. Bir müftü birbiriyle uyumlu olmayan görüşlerle karşılaştığında şayet muhatabı Hanefi ise Bidaye, Nikaye, Vikaye, Kenz, Muhtasar-ı Kuduri ve Mülteka gibi kabul gören kaynaklara sırasıyla başvurarak meseleyi halletmelidir.
Fetva; tebliğ, haber verme, rivayet yolu içerdiğinden bağlayıcı değildir. Fetva dini konularda ehil kişilerce verilebilir. Bizatihi Peygamberimizin izni ile fetva veren Hz. Ebubekir, Hz. Ömer, Hz. Ali, Abdurrahman b. Avf, Hz. Aişe, Muaz b. Cebel, Ammar b. Yasir, Huzeyfe b. El Yeman, Zeyd b. Sabit, Ebu Derda, Ebu Musa El Eşari, Ubade b. Samit, Abdullah b. Mesud gibi yıldızların yanı sıra bunlara ilaveten yüz otuzu aşkın sahabe daha söz konusudur. Onlar gerçekten gökteki yıldızlar misali insanlığa işaret taşı olmuşlardır. Nitekim Hz. Ömer İslam dünyasının her köşesine müftüler tayin edip İslam hukukunun gelişmesine katkıda bulunmuştur. Mesela Musa El Eş’ariye yazdığı şu mektupta ki ifadeler meramımızı anlatmaya yeter artar da. Bakın mektupta özetle şu çarpıcı ifadeler geçiyor:
“Yargı davaların halli ve çözümü değiştirilmesi caiz olmayan bir farizadır ve uyulması gereken bir sünnettir. Sana bir mesele geldiğinde her iki tarafı da dinlemeden hüküm verme, itiraf edilince hükme bağla.
Adalet önünde insanları eşit tut ki mevki sahipleri senden tarafgirlik ümidine düşmesin, zayıf olanlarda adaletinden ümit kesip kalpleri kırılmasın.
Şahit getirmek davacıya, yemin etmek de inkâr edene aittir. Yani davacı şahit bulamazsa isteği üzerine davalıya yemin yöneltebilir.
Müslümanlar arasında barış yapılması caizdir. Ancak harama helal, helali haram kılacak bir ara bulma (sulh) caiz değildir.
Davacıya delilini ikame edebilecek kadar bir süre ver. Bu süre içerisinde delilini ortaya koyarsa hakkını alır, koyamazsa aleyhine hüküm verilmesi gerekir.
İnsanların sırlarına göre hüküm vermeyin, delillere göre hüküm vermek esastır. Dünyevi hükümler zahire göredir.
Her kim niyetini Allah arasında halis kılarsa hak uğrunda ve kendi aleyhine olsa bile Allah onun kendisiyle insanlar arasındaki işlerine yeter. Yani onu korur, vereceği hükümden dolayı bir tehlikeye maruz kalmaz.
Hükmünde haktan ayrılma, ödülünü Allah’tan bekle..”(El-Bedayi C-7, Sah-9)
Bu müthiş sözler karşısında bilmem daha ne diyebiliriz ki, her ne kadar insanlık bu hukuki kaideleri daha yeni keşfedip kendi mamulüymüş gibi zimmetine geçirse de o dönemin idraki günümüzün önünde olduğu gerçeğini değiştiremez. Nitekim bu konuda hadisi şerifte var. Söz konusu hadisten hareketle asırların en hayırlısı birinci asır, ikinci asır ve üçüncü asır olduğu anlaşılıyor. Birinci asırda sahabe, ikinci asırda tabiin, üçüncü asırda ise tebe-i tabiin vardır. Gerçekten de bu üç asırda da doğruluk zirvede olduğu için İslam hukuku neşvünema bulmuştur. Fıkıh ekolü Hicaz üniversitesi (hadis ekolü) ve Irak üniversitesi (rey ve kıyas ekolü) kanalı ile günümüze kadar gelebilmiştir. Malum; birinci okulu İmam Malik, ikincisini de İmam-ı Azam temsil etmiştir. Bu arada İmam Şafii ise her ikisinin terkibini gerçekleştirmiştir.
Nikâh-ı Fasit; geçersiz nikâh demektir.
Nikâhı Batıl; kat’i hükümleri bulunmayan nikâhtır. Nikâh kıyma işlemine akd-i nikâh denir.
İcba-ı nikâh; karşı tarafa evlenmek istediğini teklif etmektir.
Kabul-ü Nikâh; teklife evet ya da olumlu karşılık vermekle nikâhın tamamlanması demektir.
Bikr; kız demektir.
Seyyib; kadın görmüş erkek demektir.
Seyyibe; erkek görmüş kadın demektir.
Eyyim; dul anlamındadır.
Mahrem; nikâhı haram olan akraba vs. demektir.
Hürmet-i musahare; akrabalıktan dolayı haramlık demektir.
Hürmet-i raza; sütlükten dolayı haramlık demektir.
Teaddüd-ü Zevcat; çok evlilik demek olup, ama sınırı dörttür.
Mihir; nikâh akdi ile kazandığı bir nevi evlilik tazminatı demektir.
Akir; hamile kalmayan kadın demektir.
Duhul; kocanın eşiyle cinsel birleşmesi demektir.
Velhasıl; dilimizin döndüğü şekilde Hanefi ekolü kitaplarından çarpıcı notları ancak kendi üslubumla böyle aktarabildim. Eksiklerimizden dolayı Allah’a sığınırım.
Vesselam.

Hakkında: dedekorkut1

İlginizi Çekebilir

Surelerin Sıralı Olarak Listesi

Surelerin Sıralı Listesi Namaz Surelerinin Sıralanışı Kuranı-ı Kerim’de Fatiha suresinden Nas suresine doğru bir sıralama …

Bir Cevap Yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir