MOLLA AHMED HAZRETLERİ
ARAŞTIRMACI YAZAR:ALPEREN GÜRBÜZER
Molla Ahmet Hz.leri 1948’de doğdu. Hayatının büyük bir bölümü Hane-i Saadet’e yakın geçti. Seyda Hazretlerinin yanında çok kaldı.
Molla Ahmet Hazretleri ile ilk karşılaşması 1957-1958 seneleri arasıdır. Molla Ahmet Hazretleri aynı zamanda 11-12 yaşlarında Gavs Hazretlerini de görme nasip olmuş ve dergahına gitmiştir. O yıllarda Seyda Hazretleri Gavs’ın yanında ve medresede ilim öğreniyordu.
Molla Ahmet Hz.leri Seyda Hazretlerinin gerek medrese hayatına ve gerekse irşad hayatına yakinen vakıf olan zattır. 1956’dan beri hem Gavs Hazretlerine hem de Seyda Hazretlerine karşı muhabbet, bağlılık ve hizmetleriyle sevilmiş, Kur’an, sünnet ve ehl-i beyt sevgisi takdir edilerek hane-i saadetten birisi olarak sayılmış ve Seyda Hazretleri tarafından damatlığa, evlatlığa kabul edilmiş. Seyda Hazretlerinden iki kere icazet almış, hem damat olmuş hem de halife.
Edebi, hayası, hizmeti, maddi ve manevi güzellikleri hakkında bundan öte ne denebilir ki.
Şu anda Van’da Seyda Hazretlerinin takib ettiği yolda irşada devam ediyor…
Şimdi Seyda Hz.lerinin vefatının ardından feyiz dergisinde yayınlanan Molla Ahmedle yapılan sohbet ve röportajlarına hep birlikte göz atalım. Bakın Molla Ahmed ne diyor:
Elhamdülillahi rabbül Alemin essalatü vesselemü ala hayrihi ve halkıhı Muhammedin ve alihi eshabihi ecmain.
Seyda (K.S.) çok büyük bir zattı. O herkes tarafından Menzil mürşidi olarak bilinen alim bir zattı. Alem onu öyle tanıyordu. Lakin, filhakikat Seyda Hz.’nin (K.S.) yaptığı ameller, hareket, sekanetlar Resulü Ekrem (S.A.V) Hazretlerinin ahlakına benziyordu. Kur’an-ı Kerimin ibaresine benziyordu. Tabii insan orada, onun yanında kalmadığı zaman tam hakkıyla onu tanımıyor. Allah (C.C.) lütfu keremiyle, sadatın himmetiyle biz orada, onun yanında çok kaldık. Küçükken hayatımız orada geçti. Ben 1948 doğumluyum. Allah’ın (C.C.) lütfu keremiyle onunla ilk karşılaşmamız 1957-58’de nasip oldu. Küçük yaşta 11-12 yaşında Gavsın (K.S.) dergahına gittim. O zaman Sultanımız (K.S.) talebeydi. Medresede tahsil görüyordu. Gavsın dergahında o zaman 30-40 tane talebe vardı. Bu talebeler içerisinde Seyda Hz. (K.S.) tek şahıs olarak gözüküyordu. O kadar halim o kadar muttaki, o kadar sükunetliydi ki, çok harikaydı. Yani insan diyordu ki bu insan değil melektir. Seyda Hz.’nın (K.S.), Resulullah (S.A.V) Hz.’ne çok mutaabatı vardı. Resulullah’a (S.A.V) 40 yaşındayken risalet gelmişti. Sultanımız (K.S.) ona mutabaat yapmış, 40 yaşında halifelik icazetini Gavsımız (K.S.) ona vermiştir. Halifelik emri tabi manevi bir emirdir. Bu manevi emir, Cenab-ı Rabbül Alemin tarafindan, Resulü Ekrem’in ve Sadat-ı Kiram’ın mürşide bildirmesiyle oluyor. Mürşidin haberi oluyor ve bazen o zatın, o halife olan kişinin de haberi oluyor. Yine Sadat-ı Kiram yoluyla veya rüyayı sadıkla haberi oluyor. Sultanımız (K.S.)’a halifelik emri geldiğinde, Gavsımız (K.S.) Suriye’de vefat etmiş mürşidinin yani Şeyh Ahmed-el Haznevi’nin (K.S.) yanına götürmüş. Tabii Şah-ı Hazne (K.S.) o zaman hayatta değil, onun oğlu Şeyh Alaaddin irşad yapıyordu, o zaman hayattaydı. Gavsımız (K.S.) demiş ki: “Kurban Seyyid Muhammed Raşid’e böyle emir vardır, Sadatların işaretleri vardır, Resulü Ekrem’in (S.A.V) işareti vardır, halife olmak için, ben sizin kapınızın dergahına getirdim. Şah-ı Hazne’nin dergahına getirdim, onun merkadına getirmişim. Siz bu halifeliği tebliğ edeceksiniz, icazeti vereceksiniz”. Şeyh Alaaddin (K.S.) demiş ki: “Seydam, (Gavsımız Şeyh Seyyid Abdulhakim (K.S.) ona da ders verdiği için Seyda demiştir) senin oğlun Şeyh Muhammed Raşid (K.S.) öyle büyük bir evliya, öyle bir erkek, öyle bir Allah dostu ki, burada böyle halifelik vermeyi ben layık görmüyorum. Ancak bunu Resulü Ekrem’in (S.A.V) yanına götüreceksin, Ravzayı Mutahharanın yanında, orada manen de Resulü Ekrem (S.A.V) ona tebliğ edecek, zahiri olarak da siz orada vereceksiniz. Ancak öyle layık görüyorum”. O zaman Gavsımız (K.S.) onun emrini yerine getirmek için Cenab-ı Rabbül Alemin için, Resulü Ekrem (S.A.V) hatırı için daha fazla feyz, daha fazla maneviyat vermek için onu aldı götürdü. Medine-i Münevvere’de Resulullah (S.A.V)’ın, Ravzayı Mutahharanın yanında halifelik tebliğ etti. Bu halifelik almak tam Resulü Ekrem’e (S.A.V) mutabaat olmuştur. 40 yaşındayken halifelik icazeti almıştı. Ondan sonra irşada başlamıştır. Bilindiği gibi Resulü Ekrem’e (S.A.V) 40 yaşındayken risalet gelmiş ve risalet irşadına başlamıştır. İkincisi Sultanımız (k.s.), Resulü Ekrem’e mutabaat yapmıştır. Hicreti, aynı Resulü Ekrem’in (s.a.v.) hicreti, Kasrik’ten Menzil’ e hicret etti. Yine İslamiyet için, bu tarikatı yaymak için, İslamiyeti yaymak için tam Türkiye’nin ortasında bütün müslümanlar her taraftan gelsinler menfaat alsınlar diye o niyetle (niyeti Allah (c.c.) rızası için yaptı) oraya gitti. Adıyaman Kahta ilçesi Menzil köyünü seçti ve orada para ile köy aldı. Orada ev yaptılar. Tabii bazı şeyler de oldu. Akrabalar da komşular da eziyet verdiler. Münkirler de eziyet verdi. Aynı Resulü Ekrem’e (s.a.v.) mutabaat olarak nasıl akrabaları, müşrikler eziyet verdiği gibi. Resulullah (s.a.v.) Cenab-ı Rabbül aleminin emriyle hicret etti. Menzil’in eski ismi de Menzil’di… Sonra Sultanımız (k.s.) Menzil ismini Buhara olarak değiştirdi. Resulü Ekrem (s.a.v.) Mekke’yi Mükerreme’den hicret edip, Medine’ye gittiği zaman; Medine’nin ismi Yesrib’di. Resulü Ekrem (s.a.v.) bu ismi Medine-i Münevvere olarak değiştirdi. Sultanımızın (k.s.) Menzil ismini Buhara olarak değiştirmesi Resulü Ekrem’e (s.a.v.) mutabaattı. Sultanımızın üçüncü mutabaatı Resulü Ekrem’in (s.a.v.) 63 yıl yaşaması iledir. Sultanımız da O’nun gibi 63 yıl yaşadı. Hatta Sultanımız vefatından bir gün evvel, Allah-u Alem, dayımız Seyyid Hacı Nureddin’e sordu; “Resulü Ekrem’in (s.a.v.) yaşına girdim, tamam oldu. Ben yaşımın Resulü Ekrem’in (s.a.v.) yaşını geçsin istemiyorum” dedi. O akşamın ertesi günü, cuma günü, Sultanımız vefat etti.
Resulü Ekrem’e (s.a.v.) başka bir mutabaatı, Cenab-ı Rabbül Alemin öyle lütfu ihsan etmiş ki nasıl Resulü Ekrem (s.a.v.) bütün aleme inen rahmetti. Cenab-ı Rabbül Alemin O’nun hakkında Kur’an-ı Kerim’de şöyle emretmiştir: Estauzubillah “Vema erselnake illa rahmetellil alemin” Sadece bizim alemimize değil, Ey benim Habibim, seni bütün alemlere rahmet olarak gönderdim. Çok alem vardır. Binlerce alem vardır. Alemi insan vardır, alemi kübra var, alemi hayvan var, çeşit çeşit cemadat var, kafir bir alemdir, müslüman bir alemdir. Resulü Ekrem (s.a.v.) herkese rahmetti. Herkes Resulü Ekrem’den (s.a.v.) menfaat almıştır. canlı cansız, müslüman kafir herkes menfaat almıştır. Resulü Ekrem (s.a.v.) meşrebi âmdır (umumidir). Lakin başka peygamberler bir memlekete, bir kavme, bir köye gelmiş, bir şehre, bir eve gelmiş, kendi nefsine peygamber olmuş. Resulü Ekrem (s.a.v.) bütün aleme Peygamber olmuştur. Şimdi mürşid de öyle. Çeşit çeşit, sayılamayacak kadar evliyalar, mürşidler, alimler gelmişler, halife olmuşlar, irşad sahibi olmuşlar. Herkes kendi çevresine göre, kendi evini, kendi köyünü, kendi memleketini irşad yapmışlar. Tabi dereceleri Cenab-ı Rabbül Aleminin yanında, kimse bilmiyor hangisi daha büyüktü.
Diyelim ki misal olarak Gavs Seyyid Sıbgatullahi Arvasi (k.s.) büyük bir zat idi, çok acayip keramet sahibiydi, çok takva idi. O nereliymiş, Hizanlı. Hizan Bitlis’e bağlıdır.İkincisi Seydayi Tahi (Şeyh Abdurrahmanı Tahi) (k.s.) ariflerdendi, çok büyük bir zatdı, o da oraya bağlıydı, yine Hizan’a, Gavs’a bağlıydı, Oda Bitlis’e. Üçüncüsü Şeyh Fethullah Verkanisi (k.s.), o da çok büyük zat, o da oraya bağlıydı. Hazret (k.s.) da aynı öyle, bu dört şahıs büyük zatlar büyük mürşidler. Bunlar bir memleketi tamam ve ihya etmişler, çok geniş bir kesime hitap etmişlerdir.
Cenab-ı Rabbül Alemin, hidayet yetkisini bu zatlara o kadar çok vermiştir. Seyda Hz.’ne (k.s.) gelince; Resulü Ekrem’in (s.a.v.) irşadı âmdı (umumi), bizim Sultanımızın (k.s.) irşadı âmdı (umumi). Kendi memleketi değil, kendi çevresi değil, kendi devleti değil, bütün dünyanın devletlerine onun irşadı amildi. Herkes ondan menfaat buldu. Şimdi sen kime sorarsan sor, ister askeriyeye, ister emniyete, ister sivile, ister kafire istersen müslümana sorduğun zaman Adıyaman’daki zatı herkes tanıyor, herkes işitmiş herkes tanıyor. Herkes ondan menfaat almıştır. Sultanımız irşadında da Resulü Ekrem’e (s.a.v.) mutabaat yapmıştır. Resulü Ekrem’in (s.a.v.) ahlakı çok halim, Sultanımız da çok halimdi. Resulü Ekrem (s.a.v.) çok çalışkandı, Sultanımız da çok çalışkandı. Hiç durmadan çalışıyordu. Tedrisat zamanı tedrisat yapıyordu, sohbet zamanı sohbet yapıyordu, irşad zamanı irşad yapıyordu, hatme zamanı hatme yapıyordu, okumak zamanı Kur’an-ı Kerim okuyordu. Ondan sonra ek işlerle uğraşıyordu, dergah işleriyle uğraşıyordu. Evi de temizliyordu. Resulü Ekrem (s.a.v.) nasıl ki kendi evini, kendi odasını süpürmüş, temizlemiş yatağını kaldırmış, Sultanımız da aynen öyle. Hiçbir zaman bu iş, kadın işidir, bu iş çocuk işidir, işçinin işidir demiyor her işe koşuyordu. camiden çıktığı zaman, değirmen nasıl çalışıyor, fırın nasıl çalışıyor, hayvanların yemi nasıldır, hayvanlara işçiler nasıl bakıyorlar, harman nasıl oldu, buğday nasıl oldu, mercimek nasıl oldu, bütün bu işleri önce kendisi yaparak gösteriyor ve işlerin yapılmasını sağlıyordu. Sultanımızın (k.s.) gerek dünya işlerinde, gerek ahiret işlerinde niyeti sırf Allah (c.c.) rızası idi. Sofilere de böyle emretti. Dedi ki, “Ben akıl baliğ olduktan bugüne kadar ne iş yapmışsam dünya ve ahiret niyetim Allah (c.c.) rızası idi”. Onun için bizim Sultanımızı methetme bitmiyor. O çok harikaydı. Resulü Ekrem’e (s.a.v.) çok mutabaat yapmıştı, eli çok rahmetli, çok şefkatliydi.
Kimsesizlere, yetimlere çok düşkündü, çok seviyordu, çok yardımcı oluyordu. Bilhusus akrabalara, çok sahip çıkıyordu. Herkesin ihtiyacına göre veriyordu. Buğday zamanı, akrabaları, komşuları, fakirleri çağırıyordu, soruyordu, “senin ihtiyacın ne kadardır? Sana ne kadar buğday lazım?” Onlar diyorlardı “Kurban 20 teneke lazım”. O diyordu “al sana 20 teneke götür.” Senin ne kadar yiyeceğin var?” derdi. Bunlarla Resulullah’a (s.a.v.) mutabaat yapıyordu. Onun yanına alimler, şeyhler geliyorlardı. Onlara çok kıymet veriyordu. Onlara çok muhabbet yapıyordu. Onlara diyor ki; “Gayemiz Allah (c.c.) rızası için olsun. daima insan hizmet yapacak.” Hatta böyle bir gün alimler, şeyhler geldiler, Seydamız (k.s.) dedi ki: ” Resulü Ekrem (s.a.v.) şöyle söylemiş hadisi şerifte ‘Küllüküm rain küllüküm mesulin’ hepiniz çobansınız, hepiniz kendi sürünüzden mesulsünüz. Ümmeti Muhammed için çok çalışmak lazım. Her ne kadar hidayet veren Cenab-ı Rabbül Alemin ise de; herkes çalışmak mecburiyetinde. Çalışacak ki Resulü Ekrem (s.a.v.)’in huzurunda perişan olmasın. Gavsı Hizani (k.s.) zamanında bir sofi varmış ismi Ali. Ali devamlı bal çalarmış. Herkes demiş ki sen bu balı nereden getiriyorsun, elalemin malını niye yiyorsun, sen Allah’tan (c.c.) korkmuyor musun? O zaman Ali gitmiş, oturmuş, düşünmüş. Demiş ki bu millet haklıdır. Ben kendime bir petek, bir arı alacağım evime bırakacağım, herkes bilsin bizim peteğimiz, arımız vardır, ondan sonra bol bol bal çalarım ve soranlara diyeceğim ki, ‘bak benim arım var, peteğim var’. Ondan sonra Ali gitmiş, kendine arı, petek almış gelmiş, evine bırakmış. Arıya demiş ki; ‘Ey arı, vız vız senden, bal benden.’ Seyda Hz. dedi ki ‘hocalar, alimler size de vız vız lazımdır. Siz vız vız yapın Cenab-ı Rabbül Alemin bal gönderecek. Bal nerede olacak, bal nereden gelecek siz düşünmeyin. Siz yeter ki vız vız yapın”. Seydamıza (k.s.) birgün şöyle soruldu; “Kurban bazı alimler vardır, bazı şeyhler vardır birbirini sevmiyorlar, birbirine haset yapıyorlar, niye böyle oluyor?”. Seyda Hz. dedi ki: “Ben de acaip karşılıyorum. Halbuki mürşidi kamil öyle olacak, hakiki alim öyle olacak ki, isteyecek ki böyle on tane yirmi tane mürşid olsun. Hz. Muhammed (s.a.v.) ümmetine hizmet yapsınlar. Ben diyorum ki iki mürşid bir yerde bir memlekette birbirini sevmediği zaman demek ki onların yaptığı iş hakikat değildir. Hakikat olsa birbirlerine çok yardımcı olacaklar. Birbirine çok muhabbetli olacaklar, birbirini çok sevecekler. Zaten bu İslamiyet’in adabıdır. Şayet bir alim Resulü Ekrem’in (s.a.v.) varisi ise, mürşidi kamil ise, daha daha birbirine yardımcı olacaklar ki, bu dine hizmet olsun diye.”
Sultanımız (k.s.) kendini hiç görmüyordu. Demiyordu ben şeyhim, ben alimim, ben mürşidim, bu kadar alim gelmiş benim dergahıma. Anamız bir gün sordu; “Kurban olayım Seydam ne yaptın, kıyamet koptu, bizim oturacak, yemek yiyecek, yatacak yerimiz kalmadı, her taraf misafir doldu, hiç bir yer kalmadı, ne dışarıda, ne içeride, bu nasıl olacak?”. Seyda Hz. dedi ki “Hani ne olmuş, ne oldu”. Annemiz dedi “Kurban daha ne olacak?”. Seyda Hz. dedi ki “Bana ne, ben ne yapmışım, ben çağırmıyorum. Bunlar Gavs (k.s.) hatırı için, babamın markadının hatırı için geliyorlar, benim için gelmiyorlar. Kimse beni sevmiyor, benim için de değil, bende bir şey yoktur.” Kendinde hiçbir şey görmüyordu. Bazen analarımız diyorlardı. “Kurban olayım hoş cübbeler vardır, hoş taç vardır, sargı vardır, Sultanımız giysin, millet onu güzel görsün.” Seyda Hz. diyor ki; “Şeyhlik sargıyla, cübbeyle olmuyor, elbiseyle olmuyor.” Kendini hiç görmüyordu, kendini sofi olarak, alim olarak da görmüyordu, çok muazzamdı. Seydamızın (k.s.) ahlakı tam Resulü Ekrem (s.a.v.) ahlakı idi. Herkese cevap verirdi, binlerce millet soru sorar, herkese cevap verirdi. Hiç kimsenin kalbini kırmadı, aciz olmadı, herkese de kulak veriyordu, herkesin sözünü dinliyordu. Herkesin aklına ve anlayışına göre cevap veriyordu. Burada Resulü Ekrem’e (s.a.v.) mutabaat yapıyordu. Devamlı evine, çoluk çocuğuna, ehline, akrabalarına, cemaatine vasiyette bulunuyordu: “Hiçbir zaman haktan ayrılmayın, takva olun, emri marufu yerine getirin, nehyi münkere de mani olun”. Derdi ki: “Eğer bir insanın bütün dünya malı olsa, emri marufa uygun olmazsa hiç kıymeti yok, illa emri maruf. Ne yapıyorsanız emri maruftan çıkmayacaksınız, münkerlerden de kaçacaksınız. Öyle olmazsa fayda olmaz. İnsan ne kadar büyük olsa ne kadar alim olsa, ne kadar mürşid olsa eğer emri marufa uygun olmazsa faydası yok.” Hatta birgün Sultanımız (k.s.): “Bir insan gaybı bilse kıymeti yoktur. Haşa şeytan da gaybı biliyor. Bir insan havada uçsa, kerameti o kadar çok olsa, bütün memleketlerde gezse, yine kıymeti yoktur, illa şeriati garraya uygun olacak, illa emri marufa uygun olacak, kuş da havada uçuyor ama kıymeti yoktur. Hatta ki suda geziyor, yine hiç bir zarar görmüyor, onun da kıymeti yoktur. Balık gece gündüz sudadır, hiçbir zarar da olmuyor. İlla insan şeriatı garraya uygun olacak, hareketleri, hep halleri, takvaları tüm şeriatı garraya uygun olsa o zaman insan bilecek ki bu ehildir, layıkdır, bu hakkıyla evliyadır. Öyle olmasa keramet ile havada uçmayla, suda gezmekle bu Allah’ın dostudur veya bunun büyük kerameti vardır denilemez. En büyük keramet şeriati garraya uygun olmaktır.”
Gavsımız (k.s.) çok büyük bir zattı, çok alimdi. Gavsımız (k.s.) Sultanımızı (k.s.) çok seviyordu, tabii baba olarak çok şefkatli, çok merhametliydi. Sultanımız (k.s.) evlat olarak onun karşısında hiç bir gün görmedik ki edebini bozmuş olsun. Gavs (k.s.) hayatında herşeyi Seydamıza (k.s.) bıraktı. Gavsımız (k.s.) darul fenadan darul beka olmadan dört sene evvel Seydamıza halifelik verdi. Sultanımız (k.s.) onun hayatında irşada başladı, herşeyi onun eline verdi, yani bir çok nadir mürşidlerin zamanında çok nadir olaylardan biridir bu. Bu harika bir şey. Bu sadece Sultanımıza (k.s.) mahsustu. Yani onun babası, mürşidi hayattaydı, aynı evde, aynı köyde, aynı dergahta irşadı onun eline verdi, dört yıl önce halifelik verdi,ona icazet verdi ve ona irşad emri verdi, irşad yaptı, teveccüh yaptı,alanen. Hatta bir gün Menzil’e geldiği zaman tabii Gavsımız (k.s.) hayattaydı ben onun yanında okuyordum. Ben zahiri ilmi Gavsımızın yanında okudum. 1957-58’de başladık, 1970’e kadar Gavs (k.s.) yanında kaldık, okuduk, tedrisat gördük. Menzil camisi bazı sofiler tarafından yapılıyordu bazı mühendisler, müteahhitler, inşaatçılar Gavsımıza (k.s.) dediler ki: “Kurban biz projeyi yapacağız, malzemeyi getireceğiz, camiyi biz yapacağız”. Gavs (k.s.) “Peki” dedi. Kendilerine süre tanıdılar zaman bıraktılar. O süre içerisinde onlar gelmediler. Sultanımız (k.s.) geldi, ben de orada hazırdım, dedi ki “Kurban, Ankara’dan gelecekler gelmediler. Öyleyse camimizi biz yapalım, zaman geçti.”
Sofiler camisiz idare etmiyorlar. Yani Menzil’e geldiklerinde cami yoktu, küçük bir mescid vardı. Dedi, peki başlayın! Başladılar. Bir kaç tane usta, 6-7 tane
işçi çalışıyordu. Sultanımız (k.s.) onların başında, Allah-u alem temeli bir veya bir buçuk metre taş yapmışlardı. Baktım sonra müteahhitler geldiler, büyük iki araba da kereste ve demir doluydu. O inşaatçiler gelince “kurban niye bizi beklemediniz?” Seyyid Muhammed Raşid öyle istedi dediler. Neyse, gittiler ölçtüler. Dediler ki, bu proje olmadı, bu camiyi yıkacağız, tekrar kendimize göre yapacağız. Gavs (k.s.) “Siz bilirsiniz” dedi. Onlar gittiler. Temelin üzerinde iken Sultanımız (k.s.) “kurban siz ne emrediyorsunuz, şimdi bunlar kabul etmiyor. Bunlar diyor ki bu cami büyük olmuş. Bence bu cami Gavsa (k.s.) ancak kafi gelir. Bu cami küçük olur” dedi. Gavs Hz. (k.s.) Muhammed Raşid’e (k.s.) “siz bilirsiniz. Siz kendi dediğinizi yapın.” O da gitti. ( Allah (c.c.) rahmet etsin) Hacı Ömer diyorlar, Batmanlı Ömer Usta geldi. O da taşaronluk yapıyordu. Gavs Hz. ‘ne dedi “kurban, bu inşaatçıların dediğini mi yapalım. Onlara siz bilirsiniz, dediniz. Bir de Seyyid Muhammed Raşid’e (k.s.), siz bilirsiniz dediniz. Bu inşaat nasıl olacak?”. Gel sana söyleyeyim, dedi. “Türkiye değil bütün dünyanın mühendisleri müteahhitleri bir araya gelse Raşid gibi bilmiyor. Cenab-ı Rabbül alemin öyle bir kamil akıl vermiş, öyle bir bilgi vermiş ki, onun ki gibi kimse de yok. Onun dediği olacak. Evet bu cami ancak bana kafi gelecek. Benim zamanım geçtikten sonra onun zamanında bu cami kafi gelmez, Muhammed Raşid isterse bu tarafta bahçe tarafını da ilave edebilir. İsterse güney tarafından ilave edebilir. İsterse doğu tarafından ilave edebilir.” Gavs (k.s.) bunu söylediği zaman Sultanımız orada değildi. Tabii o cami Gavsa (k.s.) kafi geldi. Gavs’tan (k.s.) sonra Sultanımız (k.s.) Gavsımızın (k.s.) işaret ettiği gibi duymadığı halde doğu tarafından, güney tarafından, camiye ilave yaptı. Bu gördüğünüz cami Gavs’ın (k.s.) işaret ettiği gibi Seydamıza (k.s.) kafi gelmedi, tabii. Şimdiye kadar yine devam etmişler ilave etmeye, Şeyh Seyyid Abdulbaki (k.s.) zamanında da. Büyük keramet; odur ki Resulü Ekrem’in (s.a.v.) sünneti seniyyesine çok uygun hareket ediyordu. Hem evinde, hem dışarıda, hem misafirlere hem de işçilere karşı.
Seyda’nın (k.s.) sofilerine tabii büyük vazife düşüyor. Sofiler kendilerinin ahlaklarını çok hoş edecekler. Madem ki Sultanımızın (k.s.), mürşidimizin ahlakı Resulü Ekrem’in (s.a.v.) ahlakı idi. Herşey; İslama uygundu. Demek ki onun elinden tutan, onun yanında biat eden, ahlakı onun gibi ahlaklı olacak. Resulü Ekrem (s.a.v.) diyor ki: “Müslümanlar ahlaka bakıyor”. Bir müslümanın ahlakı uygun oldu mu, herşey uygun oluyor. Ahlak çok mühim, ahlak çok mühim, madem ki mürşidimizin, Sultanımız’ın (k.s.) ahlakı çok hoştu, İslamiyete göreydi, bizim ahlakımız da bütün sofilerin ahlakı da çok hoş olacak. Bu büyük bir vazifedir, çok güzel ahlaklı olmak için sünneti seniyeye uyacaklar. Yani hiçbir zaman hakaretli, zulümlü olmayacaklar, haramlara yanaşmayacaklar. Emri marufa uygun olacaklar. İşte mürşidi kamilin büyüklüğü o zaman belli oluyor. Bu sofidir veya sofi değildir, ne zaman belli oluyor? Güzel ahlakta ve sünneti seniyyeye uyma da belli oluyor. Zaten bizim mürşidimizin, Sultanımızın (k.s.) daima vasiyeti öyleydi. Sofi odur ki ahlakı Resulü Ekrem’in (s.a.v.) ahlakına benzeyecek, ahlakı tam İslamiyete uygun olacak ve sadık olacak, ihlaslı olacak ve çalışkan olacak. Tertemiz olacak, hem zahiri hem manevi. Zahiri öyle temiz olacak ki hiç necis birşey olmayacak Haksız kazanca, günaha, harama yanaşmayacaklar. Bunlar zahirde olacak. Bir de içinden kalbi tertemiz olacak, haset, kibir, nefis, ucub içinde hiç bir şey bırakmayacak. Bu İslamiyet ahlakıdır. Bir insan, sofiliğe kast ederse buna mecbur olacaktır. Nasıl zahiri tertemiz olacak, bir de içi tertemiz olacak. Hatta kibir, ucub, riya, nefs diye hiç bir şey kalmayacak. Öyle olmazsa insanın maneviyatı artmıyor, yani zahiri olarak insan ibadetle Allah’a (c.c.), Allah’ın (c.c.) rızasına yetişmiyor. İnsan illa ahlaken tertemiz olacak. Nasıl Cenab-ı Rabbül Alemin Resulü Ekrem’e (s.a.v.) emretmiş; “Sen kendini tâhir et, elbiseni de tahir et”, ayetini bazı müfessirler Allah’ın (c.c.) lütfu keremiyle mürşidi kamilin yanında tövbe ettiği için, ahlakını sünneti seniyeye uygun hale getirmek için hem içini tertemiz edecektir hem de zahirini temiz edecektir. Yani, hasetten, kibirden. Ve öyle olacak ki kimseye muhtaç olmayacak, çalışkan olacak, cesaretli olacak ve ticarette, memuriyette her ne olursa olsun sadık olacak, ihlaslı olacak, zahir olarak da çalışacak, kalbinden de, manen Allah’tan (c.c.) rızkı isteyecek, bilecek ki bu iş Allah (c.c.) ‘ın emridir. Allah (c.c.)’ın emriyle yapıyorum ve Cenab-ı Rabbül Alemin o sebeple bana helal rızk verecek. Razıkı mutlaka Allah’tır (c.c.).
Biz öyle istiyoruz ki, tabi mürşidimiz öyle emrediyordu. Bir insan Allah (c.c.)’ın lütfu keremiyle biat ettiği zaman ahlakını güzelleştirecek, düzgün olacak, sünneti seniyyeye uygun hareket edecek, kendi ailesiyle, çoluk çocuğuna iyi davranacak, onlara helal rızk kazanacak, helal yedirecek ve ilk olarak din adabını, din emri neyse onları anlatacak. Namaz nasıl kılınır, abdest, gusül nasıl alınır, ahlak nasıl olacak, Resulü Ekrem (s.a.v.) kimdir, nerede doğmuş, nerede vefat etmiş, sünneti seniyyeler nelerdir onları anlatacak. Ailesinden, evlatlarından hiç bir gayri meşru hareket olmaması için gayret sarfedecek ki, o zaman onun tövbesi kabul olmuş anlaşılacak. Onun mürşidi, onu kendine kabul etmiş ve defterine yazmış, kaydetmiş demektir. Eğer bir insan tövbe ettikten sonra aynı eski hareketleri yaparsa, o şahıs demek ki tövbeyi hakiki yapmamıştır. İnsan tövbe ettikten sonra, önceden tam sünneti seniyyeye uygunken tövbe ettikten sonra daha fazla dikkat ederse bu alamettir ki tövbesi kabul edilmiştir. Eğer önceden hiç bir yaşantısı yokken, düzelip yaşarsa tabii o daha iyidir. Fakat yok aynı eski adamsa, lazım ki bir daha tövbe edecektir, bir daha biat edecektir, mürşidine halini bildirecektir. Efendim, ben tövbe ettim, sekiz şartı yerine getirdim. Bana verdiğin adap talimatını yerine getiriyorum ama artık olmuyor, benim muhabbetim Allah’a (c.c.) çok fazla olmuyor, ne yapayım? O zaman mürşidi onun durumuna göre muamele yapacak. Hatta Seydamız (k s.) Gavs (k.s.)’tan sonra irşada başladığı zaman dedi ki; “Ey millet, eğer siz benim yanıma Allah (c.c.) rızası için geliyorsanız gelin, yoksa seyyid olduğum için, alim olduğum için, Gavs’ın (k.s.) oğlu olduğum için benim yanıma gelmeyin, eğer siz o niyetle gelirseniz ben kıyamet gününde Resulü Ekrem’in (s.a.v.) huzurunda sizden davacı olacağım. Niyetinizi Allah (c.c.) rızası için yapın, öyle gelin. Geldiğiniz zaman, tövbe ettikten sonra eğer ki bu dergahta menfaat görmediyseniz başka mürşide gidin. Belki Cenab-ı Rabbül Alemin size hidayeti burada vermemiştir. Eğer burada hidayetiniz olmadığı takdirde siz başka yere gitmezseniz yine kıyamet günü ben sizden davacı olacağım”. Sultanımız (k.s.) insan, niyetini Allah (c.c.) rızası için yapmalı diyor. Bakın Resulü Ekrem (s.a.v.) “El muhubbi lillah vel buğzu lillah” diyor yani muhabbeti de Allah (c.c.) rızası için, buğzu da Allah (c.c.) rızası için yapacaksın.
İnsan önceden ibadet yapıyor, beş vakit namaz kılıyor, oruç tutuyor, zekat veriyor, hacca da gidiyorken, mürşidi kamilin yanına gittiği zaman amelleri de maneviyatı da artacaktır. Kalbinde gaflet bırakmayacak, malında haram varsa o haramı çıkartacak, hukuk varsa üzerinde bırakmayacak, küsmüşse barışacak, aldığı malı iade edecek, velhasıl sünneti seniyyeye uygun olacak. Sultanımız (k.s.) diyordu ki; bizim ibadetimiz bittikten sonra, zikirlerimiz, evradlarımız bittikten sonra biz ne yapacağız, ne yapmak gerekli denildiği zaman devamlı dilinizi damağınıza yapıştıracaksınız, Allah Allah diyeceksiniz, Allah (c.c.) zikri yapacaksınız, derdi. İnsan mürşidi kamile bağlandı mı, ehli tasavvuf oldu mu gece ibadeti yapacak, o zaman sünneti seniyyeye uygun olur. Gece ibadeti Resulü Ekrem’e (s.a.v.) vacibdi. Onun için ona mutabaat etmek için gece ibadeti yapacaksın, bu ekseriyetle böyleydi. Hatta Sultanımızın (k.s.) adetiydi, geceyi üçe ayırırdı. Bir kısmında, tövbe veriyordu, sohbet yapıyordu, bir kısmında yatıyordu, üçüncü bölümünde ibadete kalkıyordu. Devamlı Sultanımız ibadete kalkıyordu. Eğer insanın maneviyatı artarsa gece ibadetinden ayrı kalmaz, gece ibadeti yapar ve çok sadık olur, dilinde sadık olur, ibadetinde ihlas olur, yaptığı ibadeti böyle halis olunca Allah razı olur.
Şeyh Seyyid Muhammed Raşid (k.s.) Hz.’nin Halifelerinden MOLLA AHMET HZ. İLE RÖPORTAJ
Efendim, tasavvuftan gaye nedir?
MOLLA AHMET HZ.: Tasavvufun gayesi beş şeydir:
1. (Takvallah) yani Allah’a (c.c.), açık olsun, gizli olsun takva olmak, muttaki olmak. Şeriatta istikamet üzere olmak ve hakiki manada Allah (c.c.) korkusunu kalbe yerleştirmek.
2. (İttiba-i Sünnet), yani kişinin her söz ve hareketinde sünnet-i seniyyeye tabi olması. Ahlakını Hz. Resulullah (s.a.v.) ın ahlakına benzetmesi.
3. (El irad), yani kişinin sabır ve tevekkül ehli olması, bütün mahlukattan kendini muhafaza etmesi.
4. (Er rıda), Allah’ın (c.c.) verdiğine rıza göstermek, kanaatkar olmak ve Allah’a (c.c.) tam teslim olmak.
5. (Er rücu), kişinin zararlı ve faydalı şeylerden vazgeçip, Allah’a (c.c.) dönmesi. Allah’ a (c.c.) her halükarda çok şükretmesi, şakir olması…
Tasavvuf, nefsin ahvalini necis ya da tahir, iyi ya da kötü şeklinde, kendisiyle bildiği batıni bir ilimdir. Bu ilmin neticesi Allah’a (c.c.) varmaktır ve bu yönüyle en büyük ilimlerdendir. Bu ilim, Allah’ın (c.c.), Resulüne vahiy yoluyla indirdiği bir ilimdir. Tasavvuf, bütün din ve şeriatlerin ruhu olmuştur. Tasavvuf üç şeyden oluşur. 1.Şeriat, 2. Tarikat, 3. Hakikat.
Şeriat; Allah’ın (c.c.) Resulüne (s.a.v.) indirdiği ahkamdır. Tarikat, sünnet-i seniyyeye göre amel etmektir. Hakikat, kişinin nefsini ahlakı rezailden kurtarıp, rıza sıfatıyla donatmasıdır. Salih amellerin tesiri altına girmesi ve hayırlı işleri kendine kolaylaştırması, insan; bu şeriatı, tarikatı, hakikatı hakkıyla yaşayınca, adeta insan suretine bürünmüş melek gibidir. Ahiretin yolu, bu üç şeyi birleştirmekten geçer. Şeriatsiz hakikat olmaz, batıldır. Hakikatsiz şeriat ise faydasızdır. Şeriat, kişinin maksadına ulaşması için lazım olan bir vapura benzetilmiştir. Tarikat ise, içinde hakikat cevheri olan bir deryaya benzetilmiştir. Bu cevhere ulaşmak isteyen, şeriat gemisine binmek zorundadır.
Efendim, bazıları rabıtayı inkar ediyor. Bu konuda neler söylersiniz?
MOLLA AHMET HZ.: Rabıta, Kur’an, Sünnet, ve İmamların kavliyle sabittir. Kur’an-ı Kerim’de “Sizi Allah’a yaklaştıracak vesileler arayın.” (Maide 35). Buradaki vasıta (vesile) kelimesi umum ifade eder. En güzel vasıta, rabıta ile olur. Çünkü vasıta, ya Peygamber (s.a.v.) ya da O’nun varisleridir. Kur’an-ı Kerim’de yine, “De ki, eğer siz Allah’ı seviyorsanız bana uyun ki, Allah da sizi sevsin ve günahlarınızı bağışlasın. Allah, bağışlayan, esirgeyendir.” (Al-i İmran 31). Bazı alimler Rabıtaya, Allah’ın (c.c.), “Ey iman edenler, Allah’tan korkun ve Sadıklarla beraber olun.” (Tevbe 119) buyruğunu delil göstermişler. Sadatlardan Şeyh Abdullah El Ahrari (k.s.); “Sadıklarla beraber olmak ya manen ya da zahiri olur. Zahiren birliktelik sohbet, manen birliktelik ise rabıta ile olur.” şeklinde tefsir etmiştir. Sünnette ise, Buhari’nin rivayet ettiği, -seyyidimiz Hz. Ebubekir’in; “Ya Resulullah, her yerde hatta helada bile, senin ruhaniyetin benden ayrılmıyor. Bundan haya ediyorum” diyerek durumunu şikayet etmesi- işte bu ruhaniyet, rabıtadır.
İmamların kavline gelince; İmam-ı Şarani Arifibillah, “Nefahat” adlı eserinde, müridlerin kalbinin fethi için gerekli olan 20 adaptan bahseder. Bunların dördüncüsünde de, “zikre başlarken kalbiyle, şeyhin himmetinden istimdat beklemek, şeyhinden medet istemek; gerçekte Resulullah’tan (s.a.v.) istimdad dilenmektir. Çünkü mürşid, onunla Peygamber (s.a.v.) arasında bir vasıtadır.” der. Yedinci adapta ise, her iki gözün arasında, şeyhin suretini tasavvur etmektir der. Bu da rabıtadır.
Rabıta, Allah’a yaklaşmakta başlı başına bir yoldur. Kalbi, fenafillah olan şeyhe bağlamaktır. Faydası ise, huzurunda şeyhinden aldığı feyzi, gıyabında da almaktır.
Efendim, Muhammed Raşid (k.s.) Hz.lerinin ahlakı, hizmeti, irşadı hakkında neler söyleyebilirsiniz?
MOLLA AHMET HZ.: Sultanımız Esseyyid Muhammed Raşid (k.s.) Hz. nin ahlakı, Hz. Resulullah’ın (s.a.v.) ahlakına tıpatıp benziyordu. O’nun ahlakı, Kur’an ahlakıydı. Yaptığı her hareketi, duruşu, yürüyüşü her şeyi sünnete uygundu. Mübareğin (k.s.), sıfatları sadık, doğru, cesaretli ve hem zahiri hem de manevi yönden ileri görüşlüydü. Tatmin ehliydi, çok kanaatkar, çok cömert, misafirperver idi, çok hizmetkar idi. Hem kendinin hem ailesinin ve misafirlerinin hizmetini kendi görürdü. Çok zakirdi, devamlı zikrederdi. Lüzumsuz konuşmuyordu, çok adildi. Kendisi hiç adaletten ayrılmadığı gibi, başkasının da adaletten ayrılmasını istemiyordu. Ben küçükken, talebeyken, O’na yardımcı olmak için, beraber bir köye gittik. Çıktığımız zaman beni çağırdı. “- Gel talebe, pazarlığımızı burada yapalım, üç saatlik yolumuz var, bir de hayvanımız var. İkimiz birlikte binersek hayvana zulüm olur. Bineğe sırayla binelim. Bunu da kura ile belirleyelim” dedi. Kura bana çıkınca illa, ” -Sen önce bineceksin” dedi. Ben; “- Kurban, hakkımı sana hibe ediyorum” dedim. O, bir müddet bindikten sonra indi ve “-Gel, sıra senindir” dedi. Üç kez böyle değiştik. Bu da O’nun, çok adaletli oluşuna delalet etmektedir. Yolda yemeğe beni de davet ediyor, yarısını bana veriyordu. Halbuki ben O’na hizmet etmek için yanında bulunuyordum.
Efendim, Muhammed Raşid Hz.’den hilafet almanızdan, yani o hatıranızdan bahseder misiniz?
MOLLA AHMET HZ.: Hilafet, Allah’tan (c.c.) gelen bir lütuftur. Allah (c.c.), Mürşid ve Halife arasında bir sırdır. Bunu açıklamak doğru değildir.
Muhammed Raşid (k.s.) Hz. en çok hangi konular üzerinde dururdu ve ne gibi nasihatlerde bulunurdu?
MOLLA AHMET HZ.: Sünnete uymayı, güzel ahlakı ve salih ameli tavsiye ederdi.
Efendim Seyda Hz.’lerini nasıl ve ne zaman tanıdınız?
MOLLA AHMET HZ.: Seyda Hz.’lerini ben 1956’da tanıdım. İlk tanışıklığımız o zamandan başlar.
Efendim o zaman Seyda Hz.’lerinin gençlik yıllarına ve o yıllardaki hallerine şahit olmuşsunuzdur. O yıllar hakkında bizlere biraz bilgi verir misiniz? Hem onun yolundan gitmek isteyen tüm müslüman kardeşlerimize de örnek olur.
MOLLA AHMET HZ.: Seyda Hz.’leri çok sakin idi. Halimdi… Sünnet ve şeriata mutabatı da çok fazlaydı.
Gavs (k.s.)’nin oğlu olduğu halde, Seyyid olduğu halde öyle değilmiş gibi hareket eder, çok fazla hizmet ederdi. Çok ahlaklıydı, onun cömertliğini anlatamam. Çok da merhametliydi.
Efendim sizler O’nu (k.s.) çok iyi tanıyorsunuz. Çünkü damadısınız. Yani evinden birisiniz. Bizlere mübareğin gizemli manevi tasarrufu hakkında neler söyleyebilirsiniz?
MOLLA AHMET HZ.: O’nu nasıl anlatalım, bu zor bir şeydir. Dilimizin döndüğü kadar anlatmaya çalışarak şöyle diyebiliriz ki, maneviyatta çok büyük idi. Zaten maneviyat gücü pek gizli de değildi, irşadından belliydi. Ama nasıl tasarruf ettiği dille izah edilemez akılla da anlaşılamaz. Aslında ben burada misafirim memleketime dönünce yanıma gelirseniz çok daha geniş bir şekilde mübarek hakkında bilgi verebilirim.
Bir mesajınız var mı?
MOLLA AHMET HZ.: Akide ilmini okusunlar. Fıkhi meseleleri okuyup öğrensinler.