Ana Sayfa » Genel » Muhammed Konyevi (k.s)

Muhammed Konyevi (k.s)

MUHAMMED KONYEVİ(K.S)
ARAŞTIRMACI-YAZAR:ALPEREN GÜRBÜZER

Seyyid Muhammed Raşid Hz.’nin halifesi
Molla Muhammed Hz.:
”Allah’ın emir ve nehiyleri üzerinde çok dururdu”

Bize vakit ayırdığınız için Allah (c.c.) razı olsun. Bazı bid’at ehli insanlar haşa tarikatı ve rabıtayı inkar ediyorlar, bu konudan biraz bahseder misiniz?
M. MUHAMMED HZ.: Rabıta hakkında bazı müslüman arkadaşlarımızın söyledikleri bize de geliyor. Bunu esefle karşılıyoruz. Her zaman insan dünya ile, hatta pis fikirleriyle düşündüğü zaman haram olmuyor, küfür olmuyor. Bir evliyayı insan böyle düşündüğü zaman küfür olacağını ne akıl kabul ediyor, ne Kur’an kabul ediyor, ne hadisler kabul ediyor. Bunu söyleyen kişileri insan esefle, hayretle karşılıyor. Ve bunun hakkında ayeti kerimeler her ne kadar zahir olmasa da işaret olarak emrediyor. Esteuzu Billah: ”künü maassadıkin” ayeti kerimede ”sadıkin” yani doğru olan kimselerle olun diyerek Allah-u Zülcelal emrediyor. Onlarla beraber olmak zahiri olarak emrediliyor ise de manevi olarak da onlarla beraber olun emri vardır. Celaleyin tefsirinde, Allah razı olsun, ayeti kerime ”Yusuf Peygamber (a.s.) Züleyha’ya, birbirlerine meylettiği zaman, orada Yakup (a.s.) ellerini Yusuf’un (a.s.) göğsüne vurmak suretiyle onun bütün şehvetini çıkarmıştır” olarak tefsir edilmektedir. Burada rabıtanın menfaati olduğunu ve insanın daima bir evliyayla veyahutta bir Peygamber hayaliyle olmasının, rabıtaya işaretle, günahlardan muhafaza olunacağını işaret ediyor. Aynı konu Kütub-i Sitte’de geçiyor. Yine rabıta hakkında hatta Ashab-ı Kiram’dan bir kişi Hz. Peygamber’e (s.a.v.) rabıta yaparak sonrasında namaz kılmış. Sonra da ”Şimdiye kadar böyle lezzet alarak namaz kılmamıştım” demiş. Ve başka bir Ashab-ı Kiram’a bunu söylüyor. O Ashab-ı Kiram ona diyor ki: ”Sen nasıl Hz. Peygamberi (s.a.v.) böyle hayal ediyorsun yani rabıta ediyorsun? Bu küfürdür”. Bunlar ikisi beraber Hz. Peygamber’i (s.a.v.) yanına gidiyorlar. Hz. Peygamber (s.a.v.) bunu hoş görüyor. ”İyi yapmıştır” diyor Ashab-ı Kiram’a. Bu cevabı da evliyanın büyükleri de söylemiştir. Kendileri de rabıta yapmıştır. Bundan dolayı onları küfre düştüler diye kabul etmek, böyle de düşünmek doğru değildir. Rabıta hakkında size kısaca bunları söyleyebilirim.
Efendim, mürşidin müride tasarrufu nasıldır? Kitaplarda olduğu gibi, mürşid, her zaman ve her yerde, müridlerinin bütün yaptıklarına vakıf olur mu? Yoksa gerektiği zamanlarda mı vakıf olur?
M. MUHAMMED HZ.: Hayır! ”O, devamlı olarak herşeyi bilir” Vasfı Allah’a (c.c.) ait olan bir sıfattır. Allah-u Zülcelal dilediği zaman, mürşidi, kendi müridi üzerindeki olan halleri üzerine vakıf kılar. Ve mürid bunu bu şekilde kabul etmelidir. Acaba ben böyle bir hata yaparsam bu sefer Allah-u Zülcelal benim mürşidimi benim hareketimin üzerine vakıf kılar mı diyerek bu korkuyla devamlı olarak günah yapmaması lazımdır. Bu sefer belki mübtela eder. Bu şekilde devamlı olarak günahlardan muhafaza etmek için bu şekilde düşünebilir. Fakat benim ne yaptığımı nerede olduğumu her zaman biliyor diye düşünmek yanlıştır. Bu sıfat Allah’a (c.c.) ait olan bir sıfattır. Yani mürşidin mürid üzerindeki tasarrufatı ancak bu kadar olur.
Peki kurban mürşidler müridlerini yetiştirirken tasarruflarıyla kitap okumaya veya namaz kılmaya sevkederler mi?
M. MUHAMMED HZ.: Eee tabii! Şimdi Hz. Peygamber (s.a.v.) tesbihatta sağ tarafa yüzünü çevirdiği zaman, yani namaz kıldıktan sonra cemaate sağ tarafa döndüğü zaman Ashab-ı Kiram’da hepsi o tarafa duruyorlardı ki Hz. Peygamber’in (s.a.v.) nazarı onların üzerinde olsun. Onun nazarı onların üzerinde olduğu zaman Allah-u Zülcelal tarafından o kişiler üzerine bir feyz geliyordu. ”El ulema ve rasetül Enbiya” Peygamberler nasıl iyiydi? Hz. Peygamber (s.a.v.)’den sonraki evliya ve ulemalar da aynı onun vazifesini görürler. Demek onların nazarı herhangi bir kimsenin üzerinde olduğu zaman, O nazarın manası şudur ki, yani o kişinin iyi olmasını Allah (c.c.) diliyor manasındadır.
Efendim, ilk defa Muhammed Raşid Hz. (k.s.) ile ne zaman karşılaştınız?
M. MUHAMMED HZ.: Benden önceki imam oradan ayrıldıktan sonra Seyda Hz. (k.s.) benim kayınpeder Seydam Molla Abdul Samed’e Gavsın halifesine Kur’an Kursu için bir imam bir hoca bulabilirsek iyi olur diye söyledi. O da biraz araştırma yaptı. Bir kaç gün sonra son olarak demek ki acizane bize nasip oldu. Seyda Hz.’ne (k.s.) 20 sene hizmet etmek bana nasip oldu. Bana teklifte bulundu. Ben de onun yanına geldim. Seydam Molla Abdul Samed’le beraber Seyda Hz.’nin (k.s.) yanına geldik. Bir kaç gün orada kaldıktan sonra, Seyda Hz. de bizi istedi ve o şekilde oraya geldik.
Efendim kaç yıldır Menzil’desiniz?
M. MUHAMMED HZ.: 20 küsur yıl 1972 veya 73’dü. Öyle birşeydi herhalde.
Sultan Hz. sofilere özellikle neler tavsiye ederdi, kurban?
M. MUHAMMED HZ.: Özet olarak Allah’ın (c.c.) emir ve nehiylerini yerine getirme konusu üzerinde çok dururdu. Özellikle nefsi ve bir de ucubü zail edecek hizmetlerin yapılması çok hoşuna giderdi ve severdi. Defalarca O’nda gördüğüm kadarıyla tesennü ve şöhrete meydan veren konuşma, davranış ve hareketlerden kaçardı ve yapmayı sevmezdi. Eğer, yani çok ilhah yapsaydı, ille ki yapacak bir durum olsaydı, kerhen gönülsüz olarak izin verirdi. Onun konuşma ve sohbetlerinden, daha fazla ve daha ziyade onun hareket ve davranışlarından istifade edilirdi.
Seydam Sultan Hz. (k.s.) size nasıl halifelik verdi, kaç yılındaydı, biraz bahseder misiniz?
M. MUHAMMED HZ.: Acizane bana izin verme şekli şöyle oldu: Bana izin vermeden önce bir kaç sefer kendi sohbetlerinde şöyle buyuruyordu; ”Halifelik iki kısımdır. Birincisi Sadatlar tarafından işaretle gelen halifeliktir. Bu hakikidir, bunun menfaati çoktur. İkincisi ise yalnız mürşid tarafından uzak bir yerde ihtiyaç vardır, o ihtiyacı görmek için verilen halifeliktir. Bu mecazidir, hakiki değildir. Bu halifelik sadece oranın ihtiyacını görmek için mürşid tarafından verilir. Bu hakiki değildir. O ihtiyacı gidermek için verilen bir halifeliktir. Bunun menfaati öbürü gibi olmaz” diyordu. Onun yanında yirmi küsür seneden sonra, bir gün camiye bitişik güzel odasına beni çağırdı. Ve bana halifelik izni teklif etti. Ben acizane teberru ile yalvardım ve dedim ”Ben bu göreve layık değilim. Ben zaten Seyda Hz.’nin (k.s.) yanındayım. Bana ihtiyaç yoktur”. Bana şöyle buyurdu: ”Sadatın işareti vardır”. Onun bu lafı üzerine sanki ”Sen mecbursun” der gibi hissettim ve daha bir şey diyemedim. Sonra bana talimat vermeye başladı.
Efendim tasavvufa girmenin veya başka bir tabirle bir mürşide bağlanmanın insanlara ne tür faydası oluyor açıklar mısınız?
M. MUHAMMED HZ.: İnsanlar tasavvuf yoluna girdiklerinde yani bir mürşide bağlandıklarında, o mürşidin denetiminde İslam’ın emirlerini yerine getirirlerse nefis terbiye olur. Ve haliyle nefsi terbiye olmuş kişinin çevresindeki insanlara karşı davranışları da İslam’ın emrettiği gibi faydalı ve iyi olur. Çünkü tasavvuf Hz. Peygamber tarafından bildirilen emirlere uymak, nehiylerden kaçmak suretiyle insanın ruhunun temizlenmesine ve güzel ahlak sahibi olmasına yol açar.
Efendim tövbe etmenin hükmü nedir? Bu konudan da biraz bahseder misiniz?
M. MUHAMMED HZ.: Tövbe etmek vaciptir. Allah (c.c.) Kur’an-ı Kerim’inde tövbeyi emrediyor. Tövbenin mahiyetine gelince geçmişte yapmış olduğu günahlardan pişman olmak demektir. Mesela hırsızlık yapmıştır; pişman olup “keşke yapmasaydım”, bir adama zulmetmiştir, “keşke zulmetmeseydim”, namaz kılmamıştır; “keşke kılsaydım” diye samimi bir şekilde pişmanlığı dile getirmek ve hatadan dönerek emirleri yerine getirmeye başlamak tövbedir. Ayrıca bu şekilde tövbe demin de dediğim gibi vaciptir. Bütün müslümanların, herkesin tövbe etmesi lazımdır, gereklidir. Tövbe etmeden ölenin hali çok kötüdür. Bunların durumu kıyamet günü Rabbimizin yüce merhametine kalmıştır. Dilerse affeder, dilerse affetmeyebilir de…
Efendim Seyda Hz.’leri (k.s.) büyük tasarruf sahibi idi ve onu tanıyan, tanımayan bütün insanları mıknatısın demir tozlarını çektiği gibi kendine çekerdi. Akıllara durgunluk veren bu muhteşem hali nasıl izah edebilirsiniz?
M. MUHAMMED HZ.: Seyda Hz.’lerinin (k.s.) maneviyatı çok yüksekti. Bizlerin onun bu halini izah etmesi hiç kolay değildir.O’nun (k.s.) yüksek maneviyatı insanları yanına çekiyor, yanına gelenler de himmet ve bereketinin büyüklüğünden değişiyorlardı. Mübareğin yanında yaşadıkları haller ve kerametler de onlara yardımcı oluyor, o insanların halleri kısa sürede değişerek iyiye doğru gidiyordu.
Efendim, sofilere söylemek istediğiniz bir şey var mı?
M. MUHAMMED HZ.: Allah (c.c.) onlara yardımcı olsun. İnşallah, benim selamımı hepsine söyle.
(Not: Muhammed Raşid Hz. (k.s.) vefatından kısa bir süre önce ”Molla Muhammed kendine Konya’dan ya da Bursa’dan bir yer ara” demiş, o da Seyda Hz. (k.s.) ilk önce Konya dediği için Konya’dan yer almış.)

MOLLA MUHAMMED HZ. İLE TASAVVUF, RABITA VE SULTAN SEYYİD MUHAMMED RAŞİD (K.S.) HZ. HAKKINDA…

Efendim, Sultan Seyyid Muhammed Raşid (k.s.) Hz.’nin ahlakından ve davranışlarından biraz bahseder misiniz?
M. MUHAMMED HZ.: Seyda Hz.’nin ahlakı Hz. Peygamber (s.a.v.)’in ahlakına çok benzerdi. Bu bakımdan Hz. Peygamber Efendimize ahlakıyla benzeyen insan çok az olduğundan, onun bu yönünün ağırlığının önemi çok daha fazla olmaktadır.
Seyda Hz.’nin yanında kaldığım 23 sene boyunca, Hz. Peygamber (s.a.v.)’in, siyer kitaplarında okuduğumuz bütün ahlaki özelliklerini, Seyda Hz.’nin yaşayışında, ahlakında tüm benzerlikleriyle görmem nasip olmuştur. Onun ahlakında herkesin her zaman görebildiği; hiç bir kimseye ”Niye bunu böyle yaptın” veya ”Niye bunu böyle yapmadın” diye, kolay kolay serzenişte bulunmamasıdır. Mesela bir gün camiye gelmişti. Daha henüz öğle ezanı okunmamıştı. Camide kimse yoktu. Seyda Hz. ile ben, yalnızdık. Buyurdu ki, ”Bugün yoruldum”. Ben, ”Niye Kurban? ” dedim. Seyda Hz., ”Gavs Hz.’nin dergahında on onbeş yerde inşaat işi vardı. Hepsini işi ile uğraştım., onları düzenledim, sofilerin tevbeleriyle meşgul oldum” dedi. İşte hepsini kendisi yapmıştır. Onun etrafında, bu işleri yaptırabileceği kimseler bulunuyordu. Seyda Hz. onlara, bu işleri yapın diye hiç emretmedi. Demezdi ki, bu işleri bunlar yapsınlar ben de şu işi yapayım. Onların yapıp yapmamasını kendilerine bırakır, işler yapılmazsa hepsini kendisi yapardı.
Enes bin Malik (r.a.), ”Ben Hz. Peygamberin yanında senelerce hizmette bulundum. Hiçbir gün bana demedi ki, niye bunu yaptın, niye bunu yapmadın” diye naklediyor. Bu sıfat, bu hal kolay kolay herkeste bulunmaz. İşte bu ahlakı, Seyda Hz.’nin yanında bulunduğum sürece onda görüyordum. Hareketlerinden, insanlarla konuşmasından, davranışlarından, her insan onu gördüğünde etkilenir ve isterdi ki, kendileri de bu ahlaktan ahlaklansınlar.
İrşadı yalnız zahiri irşad olmuyordu. Onun çok az konuşmasına rağmen, maneviyatın etkisiyle yurtdışında da milyonlarca insanı kuşatan irşadlar yapması; tasavvuf münkirlerine ve bunu anlamak istemeyenlere, büyük bir ibret vesikası olmaktadır.
Efendim, zahiri irşaddan başka, bir de manevi irşaddan bahsediyorsunuz. Bu konuyu biraz daha açar mısınız?
M. MUHAMMED HZ.: Evet, dediğim gibi, onun irşadı hem zahiri hem manevi cihette idi. İnsan onun yanında oturduğu zaman, hemen etkilenirdi. Türkiye’de ve Avrupa’da milyonlarca insana menfaati olan, hidayetlerine vesile olan ve çok az konuşan, Seyda Hz.’den başkasını görmedim. Demek ki yalnız zahiri değil, aynı zamanda manevi irşad da vardır. Gavs-ı Hizani (k.s.); ”Benim meclisime gelipte, benden menfaati olmayanlar, benim yanımdan uzaklaşsınlar” demiştir. Nitekim Hz. Peygamber (s.a.v.) zamanında Hanzala isimli bir sahabe vardı. Hanzala, kendi kendine, ”Hanzala münafık oldu, Hanzala münafık oldu!.. ” dedi. Arkadaşları, ”Niye böyle söylüyorsun? ” dediler. O da ”Ben Hz. Peygamber’in (s.a.v.) huzuruna gittiğim zaman halim başka oluyor. Eve geldiğim zaman daha başka oluyor. Demek ki ben de münafıklık alameti var” dedi. ”Her yerde Allah (c.c.) var, Hz. Peygamber (s.a.v.) yanındayken de Allah var. Ben evimdeyken de Allah var. Ben niye Hz. Peygamber’in yanında değişiyorumda, evimde değişmiyorum”. Diğer sahabeler bunu duyunca, bizde de bu hal var dediler. Hatta Hz. Ebubekir (r.a.) dahi, ”Bu durum ben de var” diyerek hep beraber cemaat halinde Hz. Peygamber’in (s.a.v.) yanına gittiler. Durumlarını ”Ya Resulullah, biz senin yanına geldiğimiz zaman, hep Allah’ı hatırlıyoruz. Fakat eve gittiğimiz zaman halimiz daha başka oluyor. Biz zannediyoruz ki, bizde münafıklık alameti var” diye dile getirirler. Hz. Peygamber (s.a.v.), bu sözleri işitince Ashab-ı Kiram’a şöyle buyurdu: ”Eğer siz, benim yanımda durduğunuz gibi kalsaydınız hepiniz aç kalacaktınız, çocuklarınıza hiçbir şey götüremeyecektiniz…”Ashab-ı Kiram bu sözleri duyunca sevindiler. İşte Seyda Hz.’nin yanına,içki içen, kötü yolda insanlar geliyordu. Seyda Hz.’nin yarım saatlik nazarı sonucu, o insanda büyük değişmeler oluyor, içkiyi bırakıp namaza, zikre başlıyordu. Halbuki o insana, zamanında dil ile zahiri olarak vaaz, nasihat yapılmış ama o vaazın hiçbir menfaati olmamıştır. Seyda Hz.’nin yanında değişmenin menfaatinin sonucu olarak anlaşılıyor ki, irşad yalnız zahiri olmuyor, manen de irşad oluyor. İşte Seyda Hz.’nin bu yaşayış tarzı, Varisül Enbiya olduğuna delildir.
Seyda Hz, İslamı yaşamaya o kadar dikkat ederdi ki hatta bir gün beni yanına çağırdı ve ”Hem şeriatta, hem tarikatta,benim üzerime casus olacaksın.Yani ben bir yanlış hareket yaparsam,beni o konuda uyaracaksın”buyurdu.Ben onu o kadar azametli gördüğüm halde,o böyle tevazu gösteriyordu. İşte bu,onun büyüklüğünün delilidir. Ancak Gavs Hz.’nin bir sohbet kitabında” kendi yerine kendinden daha büyük bir şeyh bırakmadan vefat eden bir mürşid,indallah da mesuldür”dediği ve Gavs Hz.’nin, vefatından önce bu sözü hatırlayarak” Elhamdulillah biz bunu yaptık, Raşid bizden büyüktür” dediği sözleri yer almaktadır. Hatta sofiler Gavs Hz.’ne bazen soru sormaya geldiği zaman, Gavs Hz. tebessüm ederek, ” Siz onu, Muhammed Raşid’e sorun, bizim mühendisimiz de odur” dediğini, anlatanlardan duydum. İşte bunlar, Seyda Hz.’nin ne kadar büyük bir zat olduğuna delillerdendi.
Seyda Hz.’nin ahlakından bahsetmek, denizde bir damladan konuşmak gibi. Ama dilimiz döndüğü kadar bir iki izahata daha bulunmaya çalışalım. O kimseye, bu iyidir, bu fasıktır, bu sadıktır gibi ayrım yapmadan, herkese güler yüzlü olur, onları İslam dinine getirmek için Hz. Peygamber (s.a.v.) gibi, yumuşak bir şekilde onları irşad ederdi. Onun hilmi de çoktu. İnsan onun yanında kaldığı zaman, tarikatın Allah-u Zülcelal’e yaklaşmak için ne kadar büyük bir yol olduğunu anlıyor.
Hakikaten insan kalbinde, içinde, ruhunda onun ne büyük ve ne güzel olduğunu anlıyor. O hali keşke dille anlatabilseydik. Çünkü tarikat öyle bir şey ki,ancak Allah-u Zülcelal biliyor. Ahiret için, insanlara çok menfaat veriyor.
Seyda Hz.’nin yanında kaldığımız müddetçe, o kadar insana hidayet vesilesi
oluyordu ki, hiç konuşmayan bir insan, bu kadar insanı etrafında toplayıp onlara nasıl vesile oluyor, aklımız çözemiyordu. Bir öğretmen gördüm, ona cezbe geliyordu, bağırıyor, çağırıyordu. ”Bütün Türkiye’yi gezdim, her yeri gördüm. Ama bu Menzil’in halini anlamadım. Aklım bunu çözemedi” diyordu. Hakikaten de bunun tadını ancak bilen, ondan biraz pay alan şahıs bilir.
Efendim, tasavvufun gerekliliği, insanlara neler verdiği hususundan bahseder misiniz?
M. MUHAMMED HZ.: Tasavvuf tevessülden ibarettir. Daima insan, tevessül yaptığı zaman, Allah-u Zülcelal’in, insanlardan hem zahiri hem manevi olarak ne istediğini, ancak tasavvufta bulabiliyor. Dikkat edersek tasavvuf daima insana Allah-u Zülcelal’in karşısında teberru, korku içinde olmasını, yumuşak şekilde olmasını emrediyor ve insanın öyle olmasını istiyor. Teberru ile Allah-u Zülcelal’in büyük kudret ve azamet sahibi olduğunu insanlar bu şekilde anlıyor. Bu da Ashab-ı Kiram’ların meşrebidir. Onlar da aynen öyle iyiydiler. Hz. Ebubekir gibi, Hz. Ömer gibi, annemiz Aişe gibi (r.a.), bunların hepsi de ”Keşke biz dünyaya gelmeseydik, ölseydik” veyahut bazıları ”Bir ot olsaydık, hayvanlar bizi yiyip biz yok olsaydık” diyordu. Niçin böyle diyordular? Çünkü biz Allah-u Zülcelal’in azameti karşısında O’nun ibadetini, O’nun hakkını hakkıyla yerine getiremiyoruz diyorlar. Kendilerini bu mevzuda zayıf görüp, zayıf hissedip, Allah-u Zülcelal, azamet ve kudret sahibidir buyurdular. Tasavvuf, insanları aynı meşrebe götürüyor. Hz. Peygamber (s.a.v.), çok hadislerinde şefaatten bahsetmiş… Şefaat, tevessül manasındadır. Şefaatten gaye, herhangi bir kimseye vasıta olup Allah-u Zülcelal’in, onu affetmesidir ve insanlar şefaat istediği zamanki şefaat manasının yeri bu oluyor. Şefaat, Hz. Peygamber (s.a.v.) elindedir. Ondan isteyecektir. ”Ya Resulullah, bana şefaat et” dendiğinde, O da sana şefaat edecektir. O’nun şefaati de yine Allah’ın (c.c.) izniyledir. Allah-u Zülcelal izin vermediği zaman, sana şefaat edemez. Allah’ın (c.c.) izniyle şefaat oluyor. Evliyaların şefaati de himmeti de, o da aynen böyledir. Yine Allah’ın (c.c.) izniyledir. Hepsinin hakiki faili Allah (c.c.)’tır. Allah-u Zülcelal, Peygamberleri, Evliyaları da vasıta kılıyor insana.
Hz. Peygamber (s.a.v.) zamanında bir âmâ insan vardı. Hz. Peygamber’in (s.a.v.) yanına geldi ve ”Ya Resulullah ben âmâyım. Benim elimden tutacak kimse yoktur. Bana dua et ki, gözlerim iyi olsun. Perişanım” dedi. Hz. Peygamber (s.a.v.), bir abdest al. Abdest aldıktan sonra iki rekat namaz kıl. Ondan sonra de ki, ”Ya Rabbi, Hz. Peygamber’in (s.a.v.) hürmetiyle benim gözlerimi iyi yap, bana göz ver Ya Rabbi” diye dua et” dedi. Orada bulunan ashab anlatıyor; ”O adam gitti, abdest aldı, iki rekat namaz kıldı. Bu duayı yaptıktan sonra yanımıza geldi. Sanki onun gözü önceden hiç âmâ değilmiş gibi, sağlam bir şekilde yanımıza geldi”. Bu olay, Hz. Peygamber (s.a.v.) zamanında idi. Hz. Peygamber (s.a.v.), dünyadan ayrıldıktan sonra Ebubekir, daha sonra İmam Ömer gitti. Ve Hz. Osman zamanında da bir insan, Hz. Osman’ın (r.a.) yanına, bir hacet için gitmişti. Hz. Osman ona hiç kulak vermiyor. Yine o zaman Hz. Peygamber’in (s.a.v.) yanında olan aynı ashab, o hacet sahibi ile karşılaşıyor. ”Ben Hz. Osman’ın (r.a.) yanına gidiyorum. Benim bir ihtiyacım var. Hiç bana kulak asmıyor” şeklinde yakınınca, o ashab: ”Sana bir şey öğreteyim mi? ” deyince, ”Nedir? ” dedi. ”Git, bir abdest al, ondan sonra iki rekat namaz kıl, de ki Ya Rabbi Hz. Peygamber (s.a.v.) hürmetiyle, kendi halimin hürmetiyle Hz. Osman’ın yanında bir hacetim vardır, onunla Hz. Osman ilgilensin, o vasıta olsun. Bu şekilde, Hz. Peygamber (s.a.v.) hürmetiyle Allah’a (c.c.) yalvar” dedi. O da söyleneni yaptıktan sonra tekrar Hz. Osman’ın (r.a.) yanına gider. O zaman Hz. Osman (r.a.), ona öyle hürmet ediyor ki, sanki önceden o adamı görmemiş gibi. Sen benim yanıma gelmemişsin diyerek onun hacetini yerine getiriyor. Ve o adam, o ashaba teşekkür etti. Bu iki hadis-i şerif Hz. Peygamber (s.a.v.) hayatında ve ondan sonra da tevessül yapmayı açıkça gösteriyor, Evliyalar da Hz. Peygamber’in varisleridir (Alimler Peygamberlerin varisleridir) ta ki dünya yok olana kadar. Evliyalar da Hz. Peygamber’in varisi olarak görev yapacaklar.
Rabıta konusunda, kafası karışıp fitne yapanlar vardır. Onların sandığı gibi, rabıta bir ibadet değildir. Onlar yanlış anlıyorlar. Sanki mürşide rabıta edildiğinde, ona ibadet yapıldığını sanıyorlar. Bu yanlıştır. Bu rabıta o anlamda, ibadet değildir.
Rabıta bir evliyanın muhabbetini kazanmak ve kalpteki kötü hatıraları izale etmek içindir. Rabıtanın manası, Arapça’da, kalbi herhangi bir şeye bağlamaktır. Şimdi bir insan, burada oturuyor, oysa kalbi, kendi dükkanındadır. Aslında o, dükkanın rabıtasını yapıyor. Rabıta odur. Kalbi, düşünceyi, fikri nereye bağladıysan, onun rabıtasını yapmış olursun. Onun muhabbetini kazanmak için, bir Evliyaya böyle rabıta yaptığımız zaman, o, münkir olan, inkar eden şahısta diyor ki; rabıta küfürdür!.. Peki sen, niye namazın içinde dahi, aklına ve kalbine Allah’tan başka her şeyi getirerek Allah’ın (c.c.) huzuruna giriyorsun?… Allah’tan (c.c.) hiç haberin yoktur. Senin kalbin dükkanındadır, sokağındadır, bilmem nerededir… Niye orası küfür olmuyor da, namaz harici bir zaman da, bir Evliyayı, onun muhabbetini kazanmak için düşünmen ve hayal etmen küfür oluyor?!.. Ne kadar yanlış bir düşünce. İnsan, Allah-u Zülcelal’e ibadet eden, zikir yapan, mümin, salih bir kulu, Allah için seviyorsa bu rabıtadır. Allah için sevmek, Allah için buğzetmek. Bunu hadis-i şerif emrediyor. Allh-u Zülcelal emrediyor. Bir evliyayı böylece düşünüpte, onun muhabbetini kazanmakla Allah’ın (c.c.) emrini yerine getiriyorsun. Birisi de çıkıyor, Küfürdür diyor!… Ondan sonra da bizzat kendisi, namazın içinde Allah’ın (c.c.) huzurunda her şeyi düşünüyor, tüm dünyayı dolaşıyor… Bu ona göre küfür olmuyor, fakat sen Allah’ın (c.c.) ve Peygamberin emrine uyarak bir Veliyi, Evliyayı düşünmen ve sevmen küfür oluyor?!.. Üstelik de namaz dışında. Bu konuyu daha fazla uzatmanın faydası yoktur. Eğer inat olmazsa, herkesin rabıtayı böylece kabul etmesi lazımdır. Nitekim Gavs-ı Hizani (k.s.); ”Tarikata münkirlik yapan şahıs cahildir, bilmiyor ne olduğunu. Hakikatini, iyi bir şey olduğunu anlayacaktır sonunda… Mutlaka onun ilacı vardır, ve mutlaka bilecektir. Peygamber Efendimizin amcası Ebu Talip diyordu ki; benim kardeşimin oğlu Muhammed (a.s.v.) haktır. O’nun yolu haktır. Fakat bizim babalarımız, dedelerimizin yolu değildir. Ben onların yolunu terketmiyorum. Bunlar da hak olduğunu biliyorlar fakat inatla inanmıyorlar, kabul etmiyorlar. Bunun ise ilacı yoktur” buyuruyordu.
Efendim, rahmetli Seyda Hz.’nin ilme verdiği önemden bahseder misiniz?
M. MUHAMMED HZ.: Seyda Hz. (k.s.a.)’nin köyünde, Kasrik’de, Menzil’de her yerde daima onların medresesi vardır. Bir alim tutuyorlardı tedrisat yapmak için. O kadar ilme değer veriyordu. Sohbetlerinde bunu daima söylerdi. İki arkadaş, iki kardeş vardı. Birisi dedi ben ilim okumaya gideceğim. Birisi de ben sofilik yapacağım, mağaralara gidip ibadet yapacağım diyor. Birisi gidiyor ilim okuyor. Birisi de mağaraya gidiyor ibadet yapıyor. Ondan sonra oradan dönüyorlar. Birisi onlardan diyor ki o alim okuyan ben kardeşimin yanına gideyim, onun hali nedir?
Gidiyor bakıyor ki ibadet yapıyor hakikaten. Fakat bakıyor, onun sarığının ucunda siyah bir şey gözüküyor. Bu nedir kardeşim diyor. Bu bir faredir diyor. Bir gün ben namaz kılarken benim namazlığımın önünden geçti. Ben de bir şey vurdum ona öldü. Ben dedim bunu öldürdüm. Bunun hakkı benim tarafıma geçti. Ancak bunun hakkını nasıl eda edeceğim. Bunu sarığın içine koyacağım, beni affetmesi için buraya koyacağım, öyle namaz kılacağım dedi. O zaman alim olan ona diyor ki; ”Sen kendini mahvettin, Evin yıkıldı”. Sarığına fareyi koyan ”Niye” deyince alim olan; ”Sen o kadar namaz kıldın hepsi kazadır senin. Allah razı olsun o oradayken namaz kılınır mı, kaza oldu namazının hepsi” dedi. İşte bak ilimsiz olan alim sahibini böyle yapıyor. Bütün namazlarını, 7 sene, ne kadar namaz kıldıysa hepsi onun üzerine kaza oldu. Seyda Hz. sohbetlerinde diyor ki ”İlim, okunmadan böyle amel yapmak yerini bulmuyor, İlla ki Allah-u Zülcelal’in yolu ilim okumak ve onunla amel yapmaktır. Seyda Hz. alimleri çok severdi. Hatta Şah-ı Hazne’nin torunu Şeyh Seyfeddin bir gün Menzil’e gelmişti. Onunla oturuyorduk beraber. Şeyh Seyfeddin tebessüm ederek Seyda’ya sen Molla Muhammed’i çok seviyorsun deyince, o ben bütün alimleri seviyorum” dedi. Bütün alimleri hakikaten Seyda Hz. ayrı olarak çok sever, değer verirdi. Cahillerdense alimleri çok sever ve sohbetlerinde ilimden bahsederdi. İlim Allah-u Teala’nın rızası ve cennetin yoludur. Yolu bilmeden nasıl insan Allah-u Teala’nın rızasına ve cennetine gidecek. O yolu bilecek ve o yoldan çıkacaktır. Hz. Peygamber (a.s.v.) hadis-i şerifinde, ilim hakkında buyuruyor: ”Kim evden ilim okumak için, ilmi talep ederek evden evinden çıkar veya çıkmaya niyet ederse Allah-u Teala bir melaike-i kiramı onun kapısının önüne gönderir, benim kanatlarımın üzerinde ilim okumaya git diye, Allah-u Zülcelal o meleği gönderir. Dikkat edersek hiç bir amel için Allah böyle yapmamıştır. İnsan hacca giderse, Camiye, cemaate giderse, meleklerini göndermemiş, hatta cihada giderken dahi bunu söylememiştir. Anlaşılıyor ki Allah’ın rızası için, cennet için, hakiki ve en doğru yol ilim yoludur. İmam-ı Gazali de buyuruyor, yalnız ilim, sahibini fasık yapar, amelsiz ilim de sahibini zındık yapar. Eğer hakiki yolda olmak istiyorsanız ilim okuyun ve o ilim ile amel yapın. İlim Allah-u Teala’nın rızası için cennet için netice olarak ilimsiz olmaz.
Tasavvuf ehlinin cihadı nasıl olmalı ve nasılş yaşaması gerekir?
M. MUHAMMED HZ.: Seyda Hz.: Hz. Peygamber (a.s.v.) zamanında Uhud harbinde 70’den fazla ashab-ı kiram şehit olmuşlardır ve dönünce haremi şerifin avlusunda efendimiz ”Biz ufak harbden döndük, büyük harbe geldik” demiş. Ashab ”Büyük harb nedir Ya Resulullah, bundan büyük harb var mı? ” deyince de Peygamber Efendimiz ”Evet, nefis ve şeytanla cihad yapmak” demiştir. Nefs ve şeytanla cihad yapmak düşmanla harb yapmaktan daha büyüktür buyurmuştur. Çünkü, o düşmanla harb yapmak, iki, üç gün, dört gün, bir hafta idi. Bu büyük cihat ise devamlı ölünceye kadardır. Nefsle, şeytanla harb yapmak ölünceye kadardır. O düşmanla yapılan harbde düşmanları görüyoruz, nefsle şeytanı görmüyoruz. Nefis ve şeytanla harp devamlı olup onları görmediğimizden düşmanlarla yaptığımız harbden daha büyüktür ve zordur. Cihad işte budur, nefis ve şeytanla mücadele yapıldığı zaman, Peygamber Efendimizin (s.a.v.) kastettiği manevi cihat devreye giriyor. Nefsiyle insan mücadele ettiği zaman o zahiri düşman da karşısına gelse, onunla da cihad yapacaktır. Çünkü şeytan ve nefsini, insan yendiği zaman o zahiri düşmanlarla da haliyle karşı karşıya geldiği zaman herkesten daha ziyade harbi onlarla da yapacaktır. Cihad budur işte nefis ve şeytanla mücadele yapmaktır. Yani, şeriati, fıkhı, haramlardan kaçarak yaşamak, farzlardan nafilelere kadar, müstehablara, mendublara kadar da yerine getirmektir. Nefisle ve şeytanla mücadelenin bu şekilde yapılması gerekir.
İlim öğrenmek gerekiyor, tabii buna her ilim giriyor. Mesela ilk önce itikat. İtikat konusunu iyi bilecek, mesela her şeyin Allah-u Zülcelal’in elinde olduğunu. Peygamber olsun, evliya olsun birer vasıta olduğunu, yani Allah’ın dilediği zaman insanların onlardan menfaat göreceğini, yoksa Allah dilemediğinde hiç kimseden menfaat yoktur şeklinde bilinecek. İtikat konusunda melekler, peygamberler ve kitaplar var bilecek. Sonra fıkıh, oruç, hac, zekat hakkında rükunları, vecibelerini bilecek. Ahlaki konuları sabır, ilim, merhamet, kıskançlık yapmamak gibi ilimleri bilmek, insanlara kötü düşünmemek, onlara yardımcı olmak, emri bil maruf yapmayı bilecek, ilim daima doğru götürecek, menfaat verecektir. Eğer yapmasa dahi de bilecek, hiç olmazsa kusurlarını bilecek, ilim sahibi yapmasa da burada kusurlarım var diyecektir. Fakat bakıyoruz zahiri ilim yalnız kafi gelmez, âmâ gibidir. Çünkü şeytan diyor birgün ağlamış, bağırmış, çağırmış, onun askeri etrafına toplanmış, büyüğümüz nedir diye sormuşlar, o demiş ki bir ayet nazil oldu daha insanlara günah zarar vermiyor. Nedir? ”Tövbe ayeti… ” Çok yerlerde tövbe ayetleri hasıl olduğunda böyle bağırmaya, çağırmaya başladılar. Onun askerleri ona dediler ki biz insanlara öyle bir şey yapacağız ki, onlar kendilerini hatalı olarak bilmeyecek. Hata yapsalar bile yaptıklarının hata olduğunu bilmeyecek veya ondan dolayı tövbe edip düzelebileceklerini bilmeyecekler, işte böyle düşünen cahillerin durumu çok zordur. İnsan hatalı olduğu zaman hatalı olduğunu bilmelidir. Nasıl mesela. Herkes bilmelidir ki, Allah’ı devamli zikretmek, irşad yapmak, arkadaşlarına menfaatli olmak, iyilik yapmak gibi bunlar hep İslam’ın emridir. Böyle olmadığında insan hatalı olduğunu bilir. Kendini düzeltmek için daima kusurlarını arayacak, hataları düzeltmeye çalışacak, noksan olan evsafları izale edip güzel evsafları kendinde bulundurmak için gayret edecek. Kamil insan olmak için ölünceye kadar mücadele edecek, çünkü insan için yükselmenin ilerlemenin sınırı yoktur, dereceler Allah katında bitmez. O dereceleri daima kazanmak için eksik sıfatları izale edecek, güzel sıfatları kazanmak için gayret gösterecektir. Bu hem zahiri, hem manevi ilimlerdendir. Yani ilim bir kelimedir, Ama içinde neler vardır. Bunların hepsini bilecek ve onları hem zahiri hem manevi olarak uygulayacağız. Zahiri olacak, elleri, ayakları, bir de kalbi, ruhu ve canıyla da yapacaktır.
Eklemek istediğiniz veya okuyucuya bir mesajınız var mı?
M. MUHAMMED HZ.: Ben en çok şunun üzerinde durmak istiyorum doğrusu. İnsanlarda bir gevşeme vardır. Yani nefis ve şeytanla mücadele etme konusunda bakıyorum ki bizim müslümanlarda, biz de gevşeme vardır. Bunun şuurunda olmamız lazımdır. Biz taksirat sahibiyiz Allah-u Zülcelal karşısında. Biz yapamıyoruz, bunu bilmemiz lazımdır. Bildikten sonra da o şuurda olduğumuz zaman bunu izale etmek için gayret göstermemiz lazımdır. Mesela diyelimki bir kişi cemaate gitmiyor. Diyelim geceleri namaza kalkmıyor. Teheccüd yapmıyor. Diyelim sabah namazına geç kalkıyor veya hiç kalkmıyor, cemaate de gelmiyor. İlim talebeleri okumuyor. Tüccar olan şahıslar bütün zamanlarını dünyaya veriyor. İbadetini aksatıyor. Mümin, bunların şuurunda olması lazımdır. Bu gevşekliği, bunu insanın atması lazımdır. Bunun şuurunda insan olacak. Yani kendini yaptığından dolayı ayıplayacak, en az levvame olacak. Daima onun emmare nefsi olmayacaktır. Emmare nefsi, daima onu kötülüğe sevkediyor. Ölünceye kadar böyle yaşamakla olmaz. Hiç olmazsa bundan atlayıp, levvame nefse geçmesi lazım. Daima kendi nefsine hitap edecek, işte o zaman ilerleyecektir. Ne kadar ibadet yaparsa yapsın daha azdır diye düşünecek, gayret edecektir. Çünkü Sadat-ı Kiramlar ayaklarını yere vurmuşlar. Ya nefsim senin 2-3 günün bir gidiyor. Ne oldu sana? İlerleme yap diye bu şekilde kendilerine hitap yapıyorlardır. Şimdi dediğim gibi şeytan ve askeri insana hatalı yoldan ısrar etmeyi öyle yerleştirmiş ki, ben tamamım, işim doğrudur dedirtmiştir. Benimki tamamdır. Ben ilim, irşad yapıyorum. Ben şöyle ediyorum, ben şunu yapıyorum, ilim okutuyorum, ben müderrisim, ben irşad yapıyorum, ben şeyhim, veyahutta ben sofiyim, gibi insanı kandırmak, oyalamak istemiştir. Bununla kafi gelmez. Daha yapmamız lazım. Daha gayretli istememiz lazımdır.
KAYNAK:FEYİZ DERGİSİ

Hakkında: dedekorkut1

İlginizi Çekebilir

Surelerin Sıralı Olarak Listesi

Surelerin Sıralı Listesi Namaz Surelerinin Sıralanışı Kuranı-ı Kerim’de Fatiha suresinden Nas suresine doğru bir sıralama …

Bir Cevap Yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir