Ana Sayfa » Genel » Muhsin Başkanın Sonsuzluğa Yolculuğu

Muhsin Başkanın Sonsuzluğa Yolculuğu

MUHSİN BAŞKANIN SONSUZLUĞA YOLCULUĞU

ALPEREN GÜRBÜZER

Adı Kur’an’da geçen ismi ile müsemma Muhsin,
Soyadı; Yazıcıoğlu, yani narına nuruna kurban vatan evladı.
Adını denizde uçan martılara, gökteki yıldızlara ve Kahramanmaraş’ın beyaz örtü ile büründüğü dağlara yazdı da.
12 Eylül öncesi o alaca karanlık günlerinde her tarafı sis kaplamıştı, herkesin birbirinden kaçıştığı o günlerde reisimizdi. 12 Eylül sonrası Türkiye üzerinde sis perdeleri kalkınca, o bundan böyle yediden yetmişe herkesin gül sevgilisidir kıpır kıpır.
Gülümüz yok artık aramızda. O şimdi çok sevdiği Peygamber, Ashabı Güzin ve Saadat-ı Kiramın yanında. O biliyordu zaten ölümle sevgililere kavuşulacağını. Zaten vuslatla anlaşılır sevgilinin kokusu, şayet gönüllerde taht kurdu isen. Biz bu konuda şahidiz, hiçbir gönlü kırmadığına.
2009 Mart ayı soğuk yüzünü iyiden iyiye göstermişti. Büyüklerin ‘Mart bacadan baktırır kazma kürek yaktırır’ dediği demler gelip çatmıştı. Fırtınadan önce bir sessizlik vardı sanki. O koca reis son yolculuğa çıkacağını bilircesine sevenlerine ölümden bahsediyor ve hiç kimsenin bir saniye öncesi ve sonrası garantisinin olmadığına vurgu yapıyordu. Üstelik helikoptere seçim çalışmaları için ilk kez biniyordu. Belli ki ötelerden kanatlanarak koş deniliyordu. O halde kartal misali kar beyaz dağların tepesine uçup sevgilinin yolunda pervane olmalı. Nitekim öylede oldu.
Bu arada Kahramanmaraş dağları içten içe hazırlık yapıyordu. Bir onurlu misafirini ağırlayacaktı sanki. Hakeza Abdurrahman Karakoç’un mana yüklü şiirini hatırlatırcasına beşinci mevsim için gizemli bir faaliyet vardı. Zira Musa’nın Turi Sinası bir yandan fırtına, biryandan tipi ve kar eşliğinde beyaz gelinliğe bürünüverdi adeta. Niye beyaza bürünmesin ki. Ölüm kar beyazdı çünkü. Nitekim karlı dağlar onurlu konuğunu sevgililerin sevgilisine kavuşturmak için beyaz gelinliği ile bağrına bastıda.
İşte o an gelmişti, sevgili uğruna pervane olan helikopter gizemli bir şekilde düşmüştü. Düştüğü yerde ebediyet vardı. Sonsuzluğa adım kar beyazla başladı kelebek misali.
Bakın 12 Eylül darbesinin mağduru düştüğü Mamak Yusufiye’sin de sonsuzluğu nasıl dile getiriyordu:
Bir coşku var içimde bugün kıpır kıpır
Uzak çok uzak bir yerleri özlüyorum
Gözlerim perde perde taş duvarlarda
Açılıyor hayal pencerelerim
Hafif bir rüzgâr gibi, süzülüyorum
Kekik kokulu koyaklardan aşarak
Bir çeşme başı arıyorum
Yarpuzlar arasında kendimi bırakıp
Mis gibi nane kokuları arasında
Ruhumu dinlemek istiyorum
Zikre dalmış her şey
Güne gülümserken papatyalar
Dualar gibi yükselir ümitlerim
Güneşle kol kola kırlarda koşarak
Siz peygamber çiçekleri toplarken
Ben çeşme başında uzanmak istiyorum
Huzur dolu içimde
Ben sonsuzluğu düşünüyorum
Ey sonsuzluğun sahibi, sana ulaşmak istiyorum
Durun kapanmayın pencerelerim
Güneşimi kapatmayın
Beton çok soğuk, üşüyorum.
Evet, beton çok soğuk, hem de çok soğuk. Dile kolay türlü işkencelere tabii tutulduğu 2,5 m²’lik hücre bumbuzdu. Bu seferki üşüme Mamak Zindanındakinden farklı. Nasıl ki izinden yürüdüğü Allah Resulü günler günleri kovalarken bir seher vakti şimdiye kadar hiç görmediği bir varlık karşısına çıkıverdiğinde,
— İkra! Oku! Ayetine muhatap kaldı ve Vahyin nuru ruhuna nakşedilip nur dağından hane-i saadetine döndüğünde:
—Ya Hatice! Üzerimi ört, dedi. Annemiz de hemen örtüverdi üzerini. Belli ki ilk gelen ayetin tesirini henüz daha üzerinden atamamıştı ki tüm bedeni zıngır zıngır titriyordu. Tabiî ki bu hal vahyin üzerindeki ağırlığından dolayıdır. Aynen öylede sonsuzluğa doğru uçarken ister istemez Kahramanmaraş dağlarının fırtına, tipi ve sisle kaplı sahrası mahşeri hatırlatırcasına içini ürpertiyordu. Korktuğundan değil tabiî ki, karlı dağlardan gelen davete icabette acaba kusur eğlermiyim düşüncesi ruhunu içten içe ürpertiyordu. Fakat yinede bu çağrıya icabet etmek gerekirdi, edildi de.
Topraktan geldik toprağa gideceğiz deriz ya hep. Etraf kar fırtına olsa da kara toprak onu sevgililerin sevgilisine ulaştırmak için bağrını açıp bastı kucağına. Şimdi o kar taneleri eşliğinde gül bahçesine dönüştüğü kabrinde gördüğü güller üşüyen bedeni içini ısıtmaya yetmişti bile.
Kahramanmaraşın karla kaplı dağları onu beyaz gelinliğe bürünmüş halde uçururken bizden de ötelere selam götürün deyip öyle uğurladılar.
Mevlana ölüme şeb-i aruz demişti. Muhsin Başkan için Martın son cemresi artık düğün gecesiydi. O şimdi son cemre ile birlikte sevgilinin tahtına uğurlandı da. Nitekim her yağan kar taneleri bir sır gizler için için.
Karlar arasında bizleri bırakıp gittin, ama bu gidiş farklı gidiş. Sadece gökten inen tane tane yere serpilen kara izini bırakıp gitmedin. İzini yüreklerimize bıraktın. Biz seslerini duyuramayanların sesini sen duyurdun. Dik duruşunla, bir o kadar da cesaretinle hayatın boyunca milletin önüne serilen yanlış kaleleri yıkıp doğruları yerleştirdin. Ey yürekli koca reis, seni unutmayacağız. Bizler için üşüdün, ama kalplerimizde sana sıcacık bir sevgi oluşmasını sağlayarak kelebek misali ötelere uçtun gittin. O şimdi Ankara’nın Altındağ ilçesinin Taceddin dergâhında Mehmet Akif’in İstiklal marşının yazıldığı evin yanında meftun.
Velhasıl ölüm kar beyaz.
Ruhu şad olsun.

Hakkında: dedekorkut1

İlginizi Çekebilir

Surelerin Sıralı Olarak Listesi

Surelerin Sıralı Listesi Namaz Surelerinin Sıralanışı Kuranı-ı Kerim’de Fatiha suresinden Nas suresine doğru bir sıralama …

4 yorumlar

  1. Ruhu şad olsun.

  2. Allah’ın (c.c.) sayıya sığmayacak kadar güzel isimleri vardır. Kuran-ı Kerim’de bu anlama gelebilecek olan ayet-i kerime şudur: “De ki Rabb’imin kelimelerini yazmak için deniz mürekkep olsa hatta onun bir misli daha takviye edilse bunlar tükenir de Rabb’imin kelimeleri bitmez (Kehf suresi, ayet 109).”
    Nasıl bir insanı ismiyle ve unvanıyla tanırsak Allah’ı (c.c.) da ancak sıfat ve güzel isimleri ile tanıyabiliriz. Yalnız bir insanın isminin anlamıyla kişiliği, davranışları, ahlakı, dünya görüşü uyuşmayabilir. Örneğin bir kişinin adı Muhsin (iyilik yapan) olabilir de herkes ondan kötülük görebilir. Ama Allah (c.c.) için böyle bir şey söz konusu olamaz. Allah’ın (c.c.) güzel isimlerinde söz konusu olan anlam ile biz Allah’ı (c.c.) daha yakından tanımak olanağına erişiriz.
    Allah’ın (c.c.) zatını düşünmek doğru değildir. Nitekim bu bir hadis-i şerifle de yasaklanmıştır. Ama O’nun varlık, olay ve olgular üzerinde görülen sıfatları ve güzel isimleri üzerinde düşünebiliriz. Tabii burada “Allah’ın (c.c.) zatını düşünmek” ile kastedilen anlam, O’na insana özgü nitelik ve nicelik yakıştırmaktır. Yoksa insanın kendisini Allah’ın (c.c.) zatı karşısında olduğunu hissetmesi, düşünmesi murakabe adı verilen büyük bir ibadettir.
    Bütün evren, yeryüzü, canlı ve cansız varlıklar, Allah’ın (c.c.) sıfatlarına ve güzel isimlerine tercümanlık yapmaktadırlar. Allah’ı (c.c.) bizlere anlatmak için yaratılmışlardır. Hadisi-i şerifte yetmiş yıllık ibadete denk olarak gösterilen tefekkürün zirvesi de yaratılmış olan şeylerde Allah’ın (c.c.) sıfat ve güzel isimlerini görüp üzerinde düşünmektir.
    İnsan yeryüzünde Allah’ın (c.c.) halifesi olmak üzere yaratılmıştır. Allah’ın (c.c.) halifesi olmak demek, Allah’ı (c.c.) yeryüzünde esma-ül hüsnası ile temsil etmektir. Nitekim Kuran-ı Kerim’de (Bakara Suresi, 30-38) Allah (c.c.) ilk insan olan Hz. Adem Aleyhisselâmla ilgili olarak bu konu üzerinde durup yeryüzünde bir halife yaratacağını belirtmiştir. Ama melekler insanın yaratılış hikmetini kavrayamayarak Allah’ın (c.c.) bu kararına itirazda bulunmuşlardır.
    Melekler Allah’ın (c.c.) bütün güzel isimlerini temsil edemiyorlardı. Bu yüzden Allah’ı (c.c.) gereği şekilde tanımıyorlardı. Örneğin onlar Allah’ın et-Tevvâb (Tövbeleri kabul eden) güzel ismini bilmiyorlardı. Çünkü günah işleyemiyorlardı. Dolayısı ile el-Gafûr (Günahları bağışlayan), el-Gaffâr (Günahları çokca bağışlayan), el-Afüvv (Günahları tamamen affeden) gibi günahları bağışlamayı, günahlardan temizlemeyi karşılayan Allah’ın (c.c.) güzel isimlerinden de habersizdiler. Yine yeme içme nedir bilmeyen bu varlıklar er-Rezzâk (Rızık veren) güzel isminden de habersizdiler. Ayrıca Allah’ın (c.c.) hastaları iyileştirdiği eş-Şâfi (Hastalara şifa veren) güzel isminin de hastalanmadıkları için ne anlama geldiğini bilmiyorlardı. Allah (c.c.) âlemleri sıfatlarını ve güzel isimlerini tecelli etmek için yaratmıştı. Melekler istemese de bu gerçekleşecek, meleklerin haksızlığı kendilerine ispat edilecekti. Nitekim Allah (c.c.) Hz.Adem’i (a.s.) yaratıp eşyaların isimlerini kendisine öğretince bunların isimlerini meleklerine de sordu. Ama onlar bu konuda cahildiler. Bir şey bilmiyorlardı. Hatalarını anlayıp Allah’tan (c.c.) af dilediler (bk. Bakara suresi, ayet 30-39).
    Allah’ı (c.c.) gözler göremez. Ama kalpler Allah’a (c.c.) yönelebilir.
    Güzel isimlerle (esma-ül hüsna) kalbi Allah’a (c.c.) yöneltmek üç şekilde mümkündür: Ya O’nun güzel isimlerini zikretmekle ya dualarda kullanmakla ya da yaratılmışlar üzerinde O’nun güzel isimlerini düşünmekle olur.
    Şayet virt dersi verecek ehil birisi, mürşid-i kamil bulunmadığında bir vakit namazının bitiminin arkasında bu isimleri bize bağışlayan ve sayılmasını isteyen peygamberimizin (s.a.s.) ruhuna bir fatiha hediye ettikten sonra Allah’ın (c.c.) güzel isimleri aşağıdaki esma-ül hüsna tablosundaki sırasıyla çekilebilir. Ayrıca onun içerisinden seçilen bir veya birkaç güzel isim anlamı dosdoğru bilindikten sonra sayıya vurmadan veya ebced sayısına göre her gün gece ve gündüz bir çeşit aşkla zikredilerek yüceltilebilir. Bu zikir sırasında insan isimleri ile Allah’ın (c.c.) güzel isimlerinin karışmaması, daha doğrusu Allah’ın (c.c.) güzel isimlerinin insan isimlerini çağrışım yapmaması için zikrini çektiğimiz güzel ismin başına “yâ-” veya “el-“ takılarını koymamız gerekir. Örneğin yâ-Metînü, el-Kâdiru gibi. Bir de bu güzel isimlerle birlikte takdis cümlelerini zikretmek bu açıdan çok yararlıdır. En azından başta ve sonda birer kere de olsa takdis cümlelerini söylemek zikrimize bir ağırlık ve içtenlik katacaktır: el-Metînü celle celâluhu, yâ-Kâdiru celle şânuhu gibi. Bu iki takdis cümlesinden her biri bütün güzel isimler için kullanılabilir.
    İnsanın tek başına yalnız havas bilgileri ile zikre yönelmesi beraberinde büyük itikadi yanlışlıklar ve sapmalar da getirebilecektir. Zikir ehil birisinin, mürşid-i kamilin rehberliğinde çekilmedikçe insana yarar kadar zarar da verebilir. Tabii bu sözünü ettiğimiz şey, laza-i Celal (Allah), kelime-i tevhit gibi zikirleri çokça çekme ile ilgilidir. Yoksa esma-i Hüsna için geçerli değildir. Ama yine de esma-i hüsnada da ihtiyatlı olmak lazımdır. En azından tasavvuf kültürünü hazmetmek gerekir. Tasavvuf kültürünün de temelini her an tövbe ve istiğfar halinde olma, nefisle mücadele etme ve Allah rızasını amaç olarak görme oluşturur. Çünkü şeytan hiçbir fırsatı kaçırmaz. Kılavuzsuz yola çıkanları çeşitli tehlikeler bekleyebilir. Örneğin yaptığı zikirle dualarının kabul edildiğini gören birisi istidraca düşebilir. Hem benliği güçlenip kendisinde olmayan çeşitli büyüklükler görebilir, kibire ve ucuba kapılabilir. Çünkü zikrin neticesi birtakım haller yaşamaya başlayacaktır. Bunların bazısı Rahmani bazısı da şeytanidir. Bunları birbirinden ayırması imkânsızdır. Birbirlerine çok benzerler. Farkına varmadan şeytanın oyuncağı olabilir. Bunlar da insanı ebedi helake, pişmanlığa götürmeye yeter. Ayrıca vesveseye de düşebilir. Hele içinde bulunduğumuz çağda insanlar gerekli dini ve itikadi bilgilerden bile yoksunken onların ellerine verilecek böyle bir havas bilgisi Allah’ın (c.c.) güzel isimlerinin gereği ve amacı dışında zikredilmesine yol açacaktır. Onun için zikir yoluna gireceklerin bir mürşid-i kamilin himayesine girmesi en doğru yoldur. Nefis tezkiye olmadıkça zikir, özellikle esma-i hüsna zikri ona yarardan ziyade zarar verecektir. Çünkü böyle bir kişi Allah’ın güzel isimlerine hep nefis hesabıyla bakacaktır. Bu da onu manevi olarak zarara sokacaktır. Hâlbuki esma-i hüsna zikrini çekmenin temel amacı Allah’ı övüp yüceltme ve O’nun güzel ahlakıyla ahlaklanmadır. O’nun rızası dışında her şey nefis hesabınadır. Allah’ın rızası dışında kendisine bir hedef çizen ve bu konuda esma-i hünsadan umut bekleyen kişi ise yoldan çıkmıştır. Nefis ve şeytan onu aldatmıştır. Allah bu durumlara düşmekten bizleri korusun. Evet şu ayet-i kerime bu kişilere hitap etmektedir: “En güzel isimler Allah’ındır. O halde O’na en güzel isimlerle dua edin. O’nun isimleri hakkında eğri yola gidenleri bırakın. Onlar yapmakta olduklarının cezasına çarptırılacaklardır (Araf suresi, ayet 180).”
    Kalp saniyede halden hale girer. Değişkendir. Onu bir noktada tutmak zordur. Hele zikir sırasında bu daha çok olur. Nefis ve şeytan vesveseleri ile kalbi bulandırırlar, zikri dünyevi bir amaç haline dönüştürebilirler. O yüzden Nakşibendiler, lafza- Celal zikrini her tespih devredişinde (100 adetten sonra) ‘İlahi ente maksudi ve rızake matlubi (Allahım Sen maksadımsın, isteğim de Senin rızandır.)’ demektedirler. Böylece sapmış, sapacak, dönek, renkten renge giren, girecek olan kalbe rotasını gösterirler. Kalp bu rotadan saptı mı zikir yarar değil insana zarar vermeye başlar. Bu durum esma-i hüsna zikrinde daha çok kendisini gösterir. Yani kalp esma-i hüsna zikrinde rotasını şaşırmaya daha müsaittir. Esma-i hüsna zikrini çekerken kalp O’nun rızası dışında başka yerlere takılabilir. Onu uyarmak ve doğru yola sevk etmek gerekir. Onun için esma-i hüsna zikri çekerken ‘İlahi ente maksudi ve rızake matlubi (Allahım Sen maksadımsın, isteğim de Senin rızandır.)’ sözünü en azından başta ve sonda birer kere de olsa söylemek ve bu konuda kalbi uyarmak gerekir. Daha çok söylemek daha büyük yararlar sağlar.
    Bilindiği üzere İslam dinine Kelime-i şahadetle girilir. O da Allah’tan (c.c.) başka ilah olmadığına, Muhammed’in (s.a.s.) Allah’ın (c.c.) kulu ve peygamberi olduğuna kalp ile inanıp onu dil ile tasdik etmektir. Buna göre İslam’ın bir yarısını Allah’a (c.c.) iman, diğer yarısını da peygambere iman oluşturmaktadır. Allah’a (c.c.) iman etmeden önce de O’nu sıfat ve güzel isimleri ile tanımak gerekir. Allah’a (c.c.), peygamberlere iman dışında imanın diğer rükünleri olan meleklere, kitaplara, ahiret gününe, kadere iman Allah’ın (c.c.) sıfatlarının ve güzel isimlerinin bir uzantısı olarak düşünülebilir. Yani bir Müslüman Allah’ı (c.c.) sıfat ve güzel isimleri ile tanımadığı zaman imani ve itikadi bazı zayıflıklar ve eksiklikler içerisinde bulunabilir. Bu açıdan Allah’ı (c.c.) sıfat ve güzel isimleri ile tanımak, bilmek her Müslüman için en başta gelen görev ve iştir.
    Allah’ın (c.c.) güzel isimleri, Ebu Hüreyre’nin (r.a) peygamberimizden (s.a.s) bir müjde ile birlikte rivayet ettiği bir hadis-i şerifte geçmektedir: “Allah’ın doksan dokuz ismi vardır. Kim bunları sayarsa cennete girer.”
    Kuran-ı Kerim’de ve hadis-i şeriflerde söz konusu doksan dokuz isim dışında Allah’ın (c.c.) daha pek çok güzel ismi geçmektedir.
    Bu hadisteki “sayma (ahsâhâ)” sözcüğü nedense konuyla ilgili kitaplarda çeşitli açıklamalara neden olmuştur. İhsâ etme (sayma) ile sadece Allah’ın (c.c.) doksan dokuz güzel ismini arka arkaya sıralamanın kastedilmediği, bunları ezberlemek, bunların anlamlarını bilmek ve üzerinde düşünmek gerektiği de söylenmektedir. Ben bu görüşe bir noktada itiraz ediyorum. Eğer böyle anlamlar gözetilmiş olsaydı sadece “sayma” denilmez, bunları ezberlemek, bunların anlamlarını bilmek ve üzerinde düşünmek gerektiği de açıkça belirtilirdi. Hoş bu isimleri sayma külfetine katlanan bir kişi için bunları ezberleme, bunların anlamlarını öğrenmek ve üzerinde düşünmek de zevkli bir iş olacaktır. Sayma yanında bunları ezberleme, bunların anlamlarını öğrenmek ve üzerinde düşünmek çok daha kolay ve kendiliğinden gelişen bir süreçtir.
    Aslında ben “ihsâ etme” kavramı ile bu çeşit anlamların kastedilmediğini iddia etmiyorum. Sadece hadis-i şerifte bu anlamların belirtilmemesine dikkat çekmek istiyorum. Hatta ben bu söylenenleri tastik etmekle kalmıyor, eksik bile kabul ediyorum ve “ihsâ etme” kavramının çok daha geniş bir anlamda kullanıldığını düşünmekteyim. Allah’ın (c.c.) her bir güzel ismi O’nun bir sıfatına ışık tutmaktadır. Mümine yakışan şey Allah’ı (c.c.) dosdoğru tanıyıp yüceltmek ve O’nun ahlakıyla ahlaklanmaktır. Bu da Allah’ın (c.c.) bu güzel isimlerinden nasiplenmekle olur. Gerçi “ihsâ etme” kavramı üzerine savunduğum bu düşüncede ben yalnız değilim. Şah-ı Nakşibendî Hazretleri (k.s.) de Allah’ın (c.c.) 99 güzel ismi ile ilgili bu hadis-i şerifteki “ihsâ etme” kavramı ile Allah’ın (c.c.) ahlakıyla ahlaklanmanın kastedildiğini belirtmektedir. Allah’ın (c.c.) 99 güzel isminden birkaçını buna örnek olarak zikredeyim: Allah (c.c.) el-Kerîm (Çok cömert) ise kulu da cömert olmalı. Allah’ın (c.c.) el-Halîm (Sabreden, cezadan vazgeçen) güzel ismi kulda ağırbaşlılığı gerektirir. Es-Sabûr (Çok sabırlı) güzel ismi kulun öfkesine hakim olmasını ister. El-Hamîd (Kendisine şükür ve hamd edilen, övülen) güzel ismi kulun daima Rabb’ini övmesini ve O’na şükürde bulunmasını icap ettirir vb. İşte ilgili hadiste cennet gibi büyük bir nimet söz konusu ise bu kula ancak Allah’ın (c.c.) 99 güzel isminin gereklerinin yerine getirilmesi ile nasip olabilir.
    Burada şu hususa özellikle dikkati çekmek isterim: Allah’ın (c.c.) ahlakıyla ahlaklanmak O’na yakışır bir kul olmak demektir. Kendinde bir benlik, üstünlük görmek değildir. Güzel isimlerden kula gerekli olan dersi çıkarıp bunu yaşamına uygulamaktır. Bir kul ne kadar Allah’ın (c.c.) ahlakıyla ahlaklansa da bu hiçbir zaman Allah’a (c.c.) benzemek olarak düşünülmemelidir. Zira Allah’ta (c.c.) her türlü kemal mutlak ve sonsuzdur. İnsanda ise her kemal mutlaka kusurlu ve sınırlıdır. Tabii Allah’ın (c.c.) her güzel isminden farklı bir ders çıkarılır. Kiminde kul için ideal bir ahlak kuralı söz konusudur. Bunlar kulu terbiye etme özelliğine sahiptirler. O’nun rububiyyetine ait güzel isimlerdir. Örneğin Allah (c.c.) günahların üzerini örten ve bağışlayan (el-Gafûr) olduğuna göre O’nun kulu da insanlarla olan ilişkilerinde kusurları gizleme ve affetme yolunu tutmalıdır. Yine Allah (c.c.) karşılıksız iyilik yapan (el-Berru) olduğuna göre kula yakışan şey de Allah (c.c.) rızası için insanlara iyilik etmektir. Ama bazı güzel isimlerde kulun alacağı dersin mahiyeti değişir. Çünkü ilgili güzel isimler ortaklık kabul etmez. Teslimiyet, övgü ve yüceltme isterler. Bunlar O’nun uluhiyyetine ait güzel isimlerdir. Örneğin el-Celîl güzel ismi Allah’ın (c.c.) emir ve yasak koyma yetkisini tanımayı gerektirir. El-Hakem güzel ismi her konuda O’nu hüküm sahibi kabul etmeyi gerekli kılar. Biz bu tür güzel isimleri de dosdoğru anlayıp sürekli zikirle yücelterek kulluk makamına ulaşabiliriz.
    Allah’ın (c.c.) ahlakıyla ahlaklanmak tasavvufta bekabillah (Allah’ta [c.c.] baki olmak) makamına işarettir. Bunun için de önce fenafillaha (Allah’ta [c.c.] fani olmak) ulaşmak gerekir. Fenafillah, kulun tövbe ile Allah’ın (c.c.) yasaklarından kaçınmasının ve emirlerine uymasının ardından dünyayı gönülden çıkarması, tevekkül, kanaat, uzlet, devamlı zikir, hakka tam anlamıyla yönelmek, sabır, murakabe gibi şartları yerine getirmesinden sonra Allah’ın (c.c.) rızasına ulaşmasıyla meydana gelen bir haldir. Nefsin arınması ile meydana gelir. Buna göre Allah’ın (c.c.) ahlakıyla ahlaklanmak çok sıkı bir nefis tezkiyesinden ve kalp tavsiyesinden sonra ancak mümkün olmaktadır. Bu da ancak bir mürşid-i kamilin rehberliğinde gerçekleşebilir. Yalnız başına mümkün değildir.
    Kim bilir, belki de Allah (c.c.), bu güzel isimleri her gün sayan (ihsa eden) kişiye Allah’ı (c.c.) dosdoğru tanıyıp yüceltme ve O’nun ahlakıyla ahlaklanma nimetlerini de hediye ediyor ve bundan dolayı da ilgili hadis-i şerif sadece Allah’ın (c.c.) 99 güzel ismini sayma işlemine işaret etmekle yetinmiş olabilir. Çünkü Allah (c.c.) cömerttir. O’nun cömertliğini sınırlandırmak, kurallara bağlamak doğru değildir. Tarikatlar yolu ile onca emek ve zaman zarfında elde edilen marifete Allah (c.c.) dilerse bir insanı bir anda da ulaştırabilir. Allah (c.c.), vesileler olmadan da bağışta bulunabilir. Bu açıdan Allah’ın (c.c.) 99 güzel ismini sayma işini küçümsemek, ihmal etmek doğru değildir. Bunda büyük bir sır, büyük bir hikmet, hadis-i şerifin işaret ettiği cennet nimeti gizlenmiş olabilir. Kimse Allah’ın (c.c.) rızasının nerede saklı olduğunu bilemez. Bize düşen görev, eleştirmekten ziyade Allah (c.c.) hakkında peygamberin söylediği her sözün gereğini yerine getirerek uymaktır.
    Aslında zor olan bu güzel isimleri ezberlemek değil her gün saymaktır. İlgili hadis-i şerifi yorumlamadan anlaşılan temel anlam da “güzel isimleri saymak”tır. Bu kağıda bakıp okumakla da gerçekleşen bir işlemdir. Yalnız kağıdın ve yazının yaygın olmadığı peygamberimiz (s.a.s) döneminde “sayma” ile “ezberden okuma”nın kastedildiği tartışma gerektirmeyecek oranda açıktır. Bu açıdan ilgili hadis-i şerifin ruhuna uygun olan yöntem, bunları ezberleyerek saymaktır.
    Allah’ın (c.c.) 99 güzel isminden bazılarını yalnız başına söylemek doğru değildir. Görünüşte bunlarda olumsuz bir anlam söz konusudur. Yalnız Allah’a (c.c.) hiçbir şekilde olumsuz bir sıfat ve güzel isim verilemez. Olumsuzluklar kulun nefsinden kaynaklanır. Allah (c.c.), kul şerri istediği için yaratır. Ama bundan razı olmaz. Kul günaha girdiğinde çoğu kez hemen cezalandırmaz. Bunda genellikle sabırlı, anlayışlı davranır. Ona süre tanır. Çoğu kez affeder. Tövbe ettiğinde geçmiş günahlarını bağışladığı gibi bunları sevaba da dönüştürür. Ama bazen de kulun kendisini düzeltmesi ve toparlaması için ona bela ve musibet verir. Kısacası O’nun rahmeti gazabını geçmiştir. İnsanların hidayeti ve irşadı için peygamberler göndermiş, kitaplar indirmiştir. Bütün varlık âlemi O’nun sıfat ve güzel isimlerine tercümanlık yapmaktadır. Tüm bunlara rağmen bir insan da Allah’a (c.c.) ve peygamberine karşı geliyorsa, hak dine karşı düşmanlık gösteriyorsa artık ölümden sonra başına gelecek azabı kendisi hazırlıyor demektir. Bunda Allah’ı (c.c.) suçlayacak hiçbir hakkı yoktur. Bu açıdan ilgili güzel isimleri olumlu anlama sahip karşıtlarıyla hem birarada zikretmek hem de birarada değerlendirmek ve anlamak gerekir: el-Kâbidu/el-Bâsitu (Sıkan, bunaltan-Genişlik veren), el-Hâfidu/er-Râfi’u(Manevi olarak aşağı indiren-Yukarı çıkaran), el-Mu’izzu/el-Müzillü(İzzet şeref veren-Zillet ve alçaklık veren), el-Mu’tî/el-Mâni’u(Veren, ihsan den-Engel olan), ed-Dârru/en-Nâfi’u(Zarar veren-İyilik veren).
    Allah’ın (c.c.) 99 güzel ismini arka arkaya sayma, bunların üzerinde düşünme sırasında bir şey hemen dikkati çeker: Bunların sırlamasında bir gelişigüzellik yoktur, derin bir hikmet yatmaktadır. Sadece anlam bakımından zıt olanlar birbiri ardı sıra gelmemiştir. Anlam bakımından birbirini bütünleyen, aralarında anlam ayırtısı olan, biri diğerinin anlamını açıklamaya yardım eden güzel isim veya güzel isimler ya biri diğerinin önünde veya arakasında ya da yakınında yer almıştır.
    Allah’ın (c.c.) güzel isimleri ile dua etmek, yani uygun düşen güzel isimlerle Allah’a (c.c.) tevessül etmek, duanın kabul olmasında çok etkilidir. Tevessül etmek duada bu isimleri vesile kılmaktır.
    Allah’a (c.c.) güzel isimlerle tevessül etmek, Allah’a (c.c.) hamd u senâ edip peygamberine ve âl u ashâbına salât ve selâm getirdikten sonra dua konumuza uygun olan güzel isim yada güzel isimleri seçmekle ve duamızda zikrederek bunun yada bunların hakkı, fazileti, bereketi üzerine Allah’tan (c.c.) istemekle olur. Örneğin, “Hamd âlemlerin Rabb’i Allah’a (c.c.) mahsustur. Salât ve selâm Hz. Muhammed’in ve âl u ashâbının üzerine olsun. Ey Kerîm olan Allah’ım, kazancımıza bereketini, cömertliğini kat!”, “Allah’a (c.c.) hamd, habibine salât ve selâm olsun. Ey Allah’ım el-Ganiyy, el-Muğnî olan ism-i şeriflerinle hiçbir kula muhtaç olunmayan, bizi azdırmayacak, senin dinine hizmet edebileceğimiz zenginliği diliyoruz!”, “Allah’a (c.c.) kelimeleri adedince hamd u senâlar olsun. Habibi Muhammed Musatafa’ya, âl u ashâbına ve ehl-i beytine de gökteki yıldızlar adedince salât ve selâm ederim. Ey es-Selâm, el-Mü’min ve el-Müheymin olan Allah’ım, yolculuğumuzun kazasız belasız geçmesini nasip eyle…”, “Allah’a (c.c.) binlerce kez hamd, resûlüne binlerce kez salât ve selâm olsun. Allah’ım beni bağışla. Çünkü Sen Gafûr ve Rahîm’sin.” gibi.
    Allah’ın (c.c.) güzel isimleri dolayısıyla tartışılan bir konu da hangi güzel ismin ism-i a’zam (en büyük isim) olduğudur. Peygamberimiz (s.a.s) çeşitli hadis-i şeriflerde ism-i a’zamın bulunduğuna, bununla dua edenin duasının kabul edildiğine işaret etmişken bunun hangi güzel isim olduğunu belirtmemiştir. Bunu öğrenmek isteyenlere de net bir yanıt vermemiştir. İslam bilginleri ve ârifleri de ism-i a’zamla ilgili farklı iddialarda bulunmuşlar, ortak bir güzel isimde anlaşamamışlardır. Örneğin Hz. Ali (r.a) el-Ferd (Tek), el-Hayy (Diri), el-Kayyûm(Her şeyi ayakta tutan), el-Hakem (Yargılama ve hükmetme yetkisine sahip olan), el-Adl (Mutlak adalet sahibi), el-Kuddûs (Eksik ve kusurdan münezzeh) olmak üzere bu altı güzel ismi ism-i a’zam olarak kabul etmiştir. İmam-ı Azam Ebu Hanife’ye (rah.a.) göre el-Hakem ve el-Adl güzel isimleri ism-i a’zamdır. Abdülkadir Geylani Hazretlerinin (k.s.) ism-i a’zamı, el-Hayy güzel ismi idi. İmam-ı Rabbani Hazretleri (k.s.) ise el-Kayyûm güzel ismini ism-i a’zam olarak görmüştü. İsm-i a’zamın ism-i Celâl (Allah adı) olduğunu söyleyenler daha inandırıcı bir görüş sunmaktadırlar. Bunlara göre “Allah (c.c.)” dışındaki güzel isimler Allah’ın (c.c.) bir sıfatına dayanırken sadece “Allah (c.c.)” O’nun zatına dayanmakta ve özel isim olmak dışında da kullanılmamaktadır. Dolayısıyla ism-i a’zam olmaya en layık olanı budur. İsm-i a’zamı Allah (c.c.) ismi olarak gören bazılarına göre bu ismin ism-i a’zam olması, zikredenin suda boğulmak üzere olan insanın yardım istemesi gibi olan samimiyetiyle mümkündür. Bu konuda benimsenen bir yaygın kanaat de şudur: İsm-i a’zam dua konusuna göre değişmektedir. Bunlara göre Allah’ın (c.c.) her güzel ismi yerine göre ism-i a’zam olabilir. Bunu da belirleyen şey dua konumuza uygun olan güzel isim yada güzel isimlerin seçimidir. Bence bu sonuncu görüş daha isabetlidir. Nasıl dişimiz ağrıdığında ilgili doktora gidiyorsak, musluğumuz bozulduğunda da tesisatçıyı çağırıyorsak Allah’ın (c.c.) her bir güzel ismi de duruma göre yararlı olur. Hale uygun güzel isim veya güzel isimler işi ehline teslim etmek gibi güzel bir sonuç doğurabilir. Bu durumda ilgili güzel isim veya güzel isimler o durumun ism-i a’zamı olabilir. Tabii ism-i a’zam için daha başka güzel isimleri de kabul edenler bulunmaktadır.
    Kuran-ı Kerim’de Allah (c.c.) güzel isimleri ile dua edilmesi (tevessül edilmesi) üzerinde de durmuştur: “En güzel isimler Allah’ındır. O halde O’na en güzel isimlerle dua edin. O’nun isimleri hakkında eğri yola gidenleri bırakın. Onlar yapmakta olduklarının cezasına çarptırılacaklardır (Araf suresi, ayet 180).” Bu ayette dikkati çeken nokta, bazı insanların Allah’ın (c.c.) bu güzel isimleri ile razı olmayacağı dualarda bulunmasıdır. Allah (c.c.) kulunun sadece dünyalık istemesinden hoşnut olmaz: “Kim ahiret mahsulü isterse onun ürünlerini fazla fazla artırırız. Kim de sırf dünya menfaati isterse ona da ondan veririz, ama ahirette onun hiç nasibi olmaz. (Şûrâ suresi, ayet 20).” Bu açıdan duada ahireti ihmal etmek büyük bir eksikliktir. Kuşkusuz bununla dünyalık istemenin doğru bir şey olmadığını iddia etmiyoruz. Demek istediğimiz şey, istediğimiz dünyalık ile ahirete dönük ve Allah’ın (c.c.) razı olacağı bir işi ve kazancı düşünmeliyiz.
    Allah’ın (c.c.) güzel isimleri ile dünyalık istemenin yanında başkalarının kötülüğünü, örneğin sevmediğimiz birinin ölümünü temenni etmek çok tehlikelidir. Belki böyle bir beddua kabul olunabilir, ama kişi bununla büyük bir bedel ödeyebilir. Örneğin başkalarının da onun aleyhinde yapacağı ufacık bir beddua hemen yerini bulabilir. İnsanlara karşı merhametli olmak, onların kusurlarını bağışlamak, işleri Allah’a (c.c.) havale etmek bize başkalarının beddualarında bir kalkan gibi vazife görecektir. Kısacası başkalarına reva gördüğümüz muameleyi Allah (c.c.) bizim kaderimiz kılabilir. Aslında başımıza gelen kötü şeyler her ne kadar insanlar eliyle de gerçekleşse Allah’ın (c.c.) izni ve yaratmasıyla meydana gelmektedir. Bunun da genellikle nedeni günahlarımızdır. Başkalarına beddua etmeden, öfkelenmeden ve zarar vermeden önce ilgili bela ve musibetin nedenini kendimizde aramalıyız. Bu Allah’ın (c.c.) bir kanunudur. Şu ayet-i kerimeler buna işaret etmektedirler: “Başınıza gelen her musibet, işlediğiniz günahlar nedeniyledir. Hatta Allah günahlarınızın çoğunu da affeder (Şûrâ suresi, ayet 30).”, “Sana gelen her iyilik Allah’tandır. Başına gelen her kötülük ise nefsinden dolayıdır (Nisâ suresi, ayet 79).”
    Allah’ın (c.c.) bazı güzel isimleri insanlara ad olarak da verilmektedir: Metin, Kadir, Samet, Reşit, Nur, Mecit, Celil, Aziz, Halil gibi. Bunda dini bir sakınca olmamakla birlikte bu güzel isimlerin kul anlamına gelen “Abd” sözcüğü ile birleşik isim olarak kullanılması daha uygundur: Abdulkadir, Abdussamed, Abdürreşid, Abdulhamid gibi. Yalnız Allah’ın (c.c.) bazı güzel isimlerinin bizzat peygamber tarafından insanlara ad olarak verilmesi yasaklanmıştır: Başta Allah (c.c.) özel ismi olmak üzere, Rahmân, Rabb, Hakem, Ahad gibi.
    Allah’ı (c.c.) güzel isimleri ile tanıyan ve O’na güzel isimleri ile inanan birisinin Teist yada Deist olması olanaksızdır.
    Allah’ın (c.c.) zikrinde gözetilecek asıl amaç, O’nun rızasıdır. O’nun güzel isimleri ile dünyalık isterken utanmamız gerekir. Zira Allah’ın (c.c.) indinde bu dünyanın hiçbir değeri yoktur. Bu konuya peygamberimiz (s.a.s) bir hadis-i şeriflerinde şöyle işaret etmişlerdir: “Eğer Allah’ın yanında dünyanın bir sivrisinek kanadı kadar değeri olsaydı kafirler ondan bir yudum su içemezlerdi.” Başka bir hadis-i şeriflerinde de “Dünya lanetlidir, dünyada olan her şey lanetlidir; yalnız Allah için olan bunun dışındadır.” buyurmuşlardır. Allah (c.c.) ahirette inanan kulları için akla gelemeyecek, hayal edilemeyecek nice nimetler yaratmıştır. Kuşkusuz cehennemden sığınmak, cenneti istemek de güzel şeylerdir. Ama Allah’ın (c.c.) rızası bunlardan daha öte, daha güzel olan bir amaçtır. O’nun rızası kazanıldığı zaman elbette cehennem bizden uzak, cennet de bizim mekanımız olacaktır. Allah’a (c.c.) geçek anlamıyla iman eden âşıklar ve ârifler O’nun cemalini görmek için cennete de değer vermemişlerdir.

    Allah’ın (c.c.) Doksan Dokuz İsmi:

    1.Allah (Hüve’l-lahi’llezi lâ-ilâhe illâ Hu)
    2. er- Rahmân
    3. er-Rahîm
    4. el-Melikü
    5. el-Kuddûsü
    6. es-Selâmü
    7. el-Mü’minü
    8. el-Müheyminü
    9. el-Azîzü
    10. el-Cebbâru
    11. el-Mütekebbiru
    12. el- Hâlıku
    13. el-Bâri’u
    14. el-Musavviru
    15. el- Gaffâru
    16. el-Kahhâru
    17. el-Vehhâbu
    18. er-Rezzâku
    19. el-Fettâhu
    20. el-Alîmu
    21. el-Kâbidu
    22. el-Bâsitu
    23. el-Hâfidu
    24. er-Rafî’u
    25. el-Mu’izzu 26. el-Müzillü
    27. es-Semî’u
    28. el-Basîru
    29.el-Hakemü
    30. el-Adlu
    31. el-Latîfu
    32. el-Habîru
    33. el-Halîmu
    34. el-Azîmu
    35. el-Gafûru
    36. eş-Şekûru
    37. el-Aliyyu
    38. el-Kebîru
    39. el-Hafîzu
    40. el-Mukîtu
    41. el-Hasîbu
    42. el-Celîlü
    43. el-Kerîmü
    44.er-Rakîbu
    45. el-Mucîbu
    46. el-Vâsi’u
    47.el-Hakîmu
    48.el-Vedûdu
    49. el-Mecîdü
    50. el-Bâ’isu
    51. eş-Şehîdü
    52. el-Hakku
    53. el-Vekîlü
    54. el-Kaviyyu
    55. el-Metînü
    56. el-Veliyyü
    57. el-Hamîdu
    58. el- Muhsî
    59. el-Mübdi’ü
    60. el-Mü’îdü
    61. el-Muhyî
    62. el-Mümîtü
    63. el-Hayyu
    64. el-Kayyûmu
    65. el-Vâcidu
    66. el-Mâcidu
    67. el-Vâhidu
    68. el-Ahadu
    69. es-Samedu
    70. el-Kâdiru
    71. el-Muktediru
    72. el-Mukaddimu
    73. el-Muahhiru
    74. el-Evvelü
    75. el-Âhiru
    76. ez-Zâhiru
    77. el-Bâtınu 78. el-Vâlî
    79. el-Müteâlî
    80. el-Berru
    81. et-Tevvâbu
    82. el-Muntekimu
    83. el-Afüvvu
    84. er-Raûfu
    85. a.Mâlik-ül
    Mülki
    b.Zü’l- Celâli
    ve’l-İkrâmi
    c.el- Muksitu
    86. el-Câmi’u
    87. el-Ganiyyu
    88. el-Muğnî
    89. el-Mu’tî
    90. el-Mâni’u
    91. ed-Dârru
    92. en-Nâfi’u
    93. en-Nûru
    94. el-Hâdî
    95. el-Bedî’u
    96. el-Bâkî
    97. el-Vârisu
    98. er-Reşîdu
    99. es-Sabûru
    99. es-Sabûru

    1. Allah (Allah’ın [Celle Celâluhu] özel ismi):

    Diğer bütün isimler, Allah (c.c.) isminin adeta sıfatı durumundadırlar. Allah (c.c.) lafzı, bütün güzel isimlerin anlamını kendisinde toplamıştır. Bir insan Allah (c.c.) demeye başladığında ayrıca Allah’ın (c.c.) bütün güzel isimlerini de zikrediyor sayılır. Bundan dolayı tarikatların hemen hepsi zikirde Allah (c.c.) kelimesini temel almışlardır. Bu nedenle zikirlerin en güzeli “Allah” ile yapılır.

    Allah (c.c.) bizden Kendi’sini her sıfat ve güzel ismi ile tanımamızı, lafza-i celâlini (yani Allah kelimesini) daima zikretmemizi istemektedir.

    2. er-Rahmân (acıyan, merhamet eden):

    Allah’ın (c.c.) merhameti (Er-Rahmân güzel ismi) bu dünyada bütün varlıkları kuşatmaktadır. Çünkü er-Rahmân güzel ismi kafir, münafık ve Müslüman olan bütün insanları içerisine alan bir anlam genişliğine sahiptir. Ama bu güzel isim ahrette tecelli etmeyecektir.

    3. er-Rahîm (esirgeyen):

    Allah (c.c.) ahirette müminleri koruyup kollayacaktır. Mahşer gününün sıkıntısı çok büyük olacaktır. O uzun günlerde müminler cennetle müjdelenmenin keyfini süreceklerdir. Bu güzel isim dünyada ve ahrette sadece müminlere tecelli etmektedir.

    4. el-Melikü (gerçek hükümdar):

    Nasıl bir hükümdarda devletin bütün erkleri (yasama, yürütme, yargı) toplanırsa Allah (c.c.) da gerçek bir hükümdar, hükümdarlar hükümdarı olarak bu güçleri mutlak ve sınırsız anlamda kendisinde bulundurmaktadır. Çünkü O her şeyin yaratıcısı ve gerçek sahibi olarak böyle bir hakka doğal olarak sahiptir. Fakat imtihan sırrı gereği bunun tecellisi dünyada biraz perdeli ve gizemli bir biçimde gerçekleşmektedir. Ahirette Allah’ın gerçek hükümdar oluşu apaçık tecelli edecektir.

    5. el-Kuddûsü (eksiklik ve kusurdan uzak olan, her türlü kemal sıfata sahip olan):

    Eksiklik ve kusur yoktan oluşur. İnsan topraktan yaratılmıştır. Toprak da Allah’ın (c.c.) emri ile yoktan meydana gelmiştir. Bu nedenle insan yaratılış itibari ile eksiklik ve kusurdan uzak değildir. Ama Allah (c.c.) her türlü eksiklik ve kusurdan uzaktır.

    6. es-Selâmü (varlıklara esenlik ve afiyet veren):

    Müslümanlar karşılaştıklarında Allah’ın (c.c.) bu güzel ismi ile birbirlerine dua ederler. Bilinçsiz de olsa bu güzel ismin yüzü suyu hürmetine her biri diğerine Allah’ın (c.c.) esenlik ve afiyet vermesi için güzel dileklerde bulunur. Başa gelecek kaza ve belalar böylelikle engellenebilir. İnsanlarla selamlaşmamız bizim için can ve mal güvenliğinde bir emniyet kuşağı rolü oynayabilir. Çünkü duanın başa gelecek kaza ve belayı önlemede rol oynadığı hadislerde geçmektedir. Ayrıca Peygamber Salallahu Aleyhi Vessellem, müminin mümine yaptığı duanın kabul olduğunu belirtmiştir.

    7. el-Mü’minü (Müslümanlara müminlik vasfını veren, onları gazabından emniyete çıkaran):

    Bir kişi Kelime-i şahadet (Eşhedü en lâ ilâhe illallah ve eşhedü enne Muhammedün rasûlullah) ile İslam dinine girer. Müslüman olur. Allah’ın (c.c.) emir ve yasaklarına gösterdiği itina ile müminlik vasfına yükselir. Ama içerisinde her zaman son nefeste iman sahibi olup olmamak konusunda bir kaygı yaşar. Bir türlü sonundan emin olamaz. Bu da aslında imanda aranan bir özelliktir. Bir Müslüman’ın mümin olup olmadığını en iyi Allah (c.c.) bilir. Bu yüzden olacak İmam Şafii Hazretleri (rah.a.) “İnşaallah müminim.” demiştir. Tabii bu son nefeste imanın insana nasip olup olmaması ile ilgili bir kaygının anlatımıdır. Yoksa insanın yaşarken imanında bir kuşkusunun olmaması gerekir.

    8. el-Müheyminü (gözetleyen, yapılan amelleri tasdik eden, güvenilir, koruyan):

    Allah (c.c.) insanların bütün hallerini gözetlemektedir. Kalplerine vakıf olduğu gibi bütün sözlerine, hal ve hareketlerine de tam anlamıyla hakimdir. Allah (c.c.) kulun ne yapacağını ezeli ilmiyle bilmesine ve bunları Levh-i Mahfuz’a yazmasına karşın yine de amellerini şahit tuttuğu meleklerle kayıt altına aldırır. Levh-i Mahfuz’a yazdığı şeylerle meleklerin yazdığı amel defterleri arasında kıl kadar bir farklılık bulunmaz. Böylelikle amelleri meleklerin tanıklığı ile ahirette kimsenin itiraz edemeyeceği bir gerçeklik ve doğrulukla ortaya serer.

    Allah (c.c.) Kendi’sine, dinine sığınanları hem dünyada hem ahirette iyi amellerini de zayi etmeden korur. Ayrıca Allah bu güzel ismi ile velilerini de korumakta ve kollamaktadır.

    9. el-Azîzü (şeref yüceliği, galip gelme):

    Allah (c.c.) her türlü yüceliğe en layık olandır, her şeye galip gelendir.

    El-Azîz güzel ismi Kuran-ı Kerim’de tek başına değil de Allah’ın (c.c.) diğer güzel isimleri ile birlikte kullanılmıştır. En çok el-Hakîm güzel ismi ile birlikte kullanılması dikkati çekmektedir. Bununla dünyanın bir imtihan yurdu, insanların birbirlerine karşı üstünlüklerinin de geçici bir durum olduğu düşündürülmek istenmektedir. Allah (c.c.) dilediği kuluna bu dünyada şeref verir, ahirette vermez. Bazı kullarına dünyada da ahirette de şeref verir. Bazı kulları sadece ahirette şerefe nail olurlar. Asıl önemlisi de insanın ahirette, ebedi mülk ve hayatta şeref sahibi olmasıdır. Çünkü gerçek ve ebedi şeref oradadır.

    10. el-Cebbâru (dilediği şeyi yapan, yaptıran, dilediği şeye zorlayan):

    Her iradenin üstünde Allah’ın (c.c.) iradesi vardır. O’nun dediği olur. Allah (c.c.) izin vermeseydi insanlar bir an bile olsa isyan edemezlerdi. Allah (c.c.) kimi kuluna (ya ana baba duası ya duası Allah [c.c.] indinde makbul olan insanlarla ya da kalbindeki güzel duyguları ve niyetleriyle…) et-Tevvâb güzel ismiyle isyanından dönüş (tövbe etme) nimeti nasip eyler, el-Hâdî güzel ismiyle İslam dininin yoluna koyar, kimisini de (hiçbir biçimde tövbenin ve hidayetin nasip olmayacağını bildiğinden) el-Cebbar güzel ismiyle dünyada isyanıyla başbaşa bırakıp ahirette büyük bir zarara ve azaba zorlar.

    11. el-Mütekebbiru (büyüklük ve üstünlük gösteren ):

    Allah (c.c.) yaratıcı olarak bazı haklara sahiptir. Bunlar O’nun yaratılmışlarla paylaşmak istemediği tabii haklarıdır. Son iki güzel isim bunlardandır. Yani el-Cebbâr, el-Metekebbir sadece Allah’a (c.c.) özgüdürler, kullar bu güzel isimlerin sıfatlarına sahip olduklarında kendilerine zulmetmiş olurlar. O zaman ancak birer zorba ve kendini beğenen birisi durumuna düşerler. Nitekim Kuran-ı Kerim’de bu kelimeler insanlar için söz konusu ettiğimiz olumsuz anlamıyla da kullanılmaktadırlar. Oysa bu güzel isimler el-Azîz olan yüce Allah’ın (c.c.) şeref yüceliğine ve mutlak galip gelmesine açıklık getirmektedirler. Allah (c.c.) mutlak adaleti, pek çok hikmeti, sınırsız merhameti ile hiçbir varlığa zulmetmeden onları istediği şekilde zorlayan ve onlara büyüklüğünü gösterendir. O’nun el-Cebbâr, el-Mütekebbir oluşu el-Azîz güzel ismine uygun düşmektedir.

    12. el- Hâlıku (yoktan yaratan):

    Allah (c.c.) bütün evreni, içerisindeki tüm canlı ve cansız varlıkları yoktan yaratmıştır. Duyu organları yolu ile algılanabilen ve algılanamayan bütün varlıklar O’nun “Ol!” hitabıyla yoktan yaratılmışlardır. O bu yaratmada hiçbir yorgunluk duymamıştır. Kendi’sinden de hiç bir şey eksilmemiştir. İnsanın yaratıcı olarak Allah’ın (c.c.) varlığını kabul edip de O’nun ahirette ilgili mekanları, mahşer meydanını, cennet ve cehennemi yaratamayacağına inanması çok sığ bir düşüncedir. Bu düşünce, bir sanatçının bir tablosuna bakıp hayranlık duyduktan sonra onun bir daha başka güzel bir tablo çizemeyeceğine hükmetmek kadar gerçeğe aykırıdır. Elbette sanatçı tablo yapmak gibi bir beceriye sahipse buna olanak bulduğunda sanatını yapmaya devam edecektir.

    13. el-Bâri’u(varlık türlerini uygun ve ölçülü yaratan):

    İnsan, organlarına şöyle bir baktığında Allah’ın (c.c.) onları belli bir ölçüde ve uygunlukta yarattığını görür. Organlardaki bu ölçü ve uyum, Allah’ın (c.c.) varlığına ve birliğine bir işarettir. İnsanın ellerine, gözlerine, kulaklarına, diline, yüzüne bakıp da tüm bunların tesadüfen yaratıldığına inanması olanaksızdır. Bunu hiçbir vicdan kabul edemez. Tüm bu organların biçimi, ölçüsü, bunları tasarlayıp yaratan bir Allah’ı (c.c.) gerekli kılmaktadır. Aynı biçim ve ölçü tüm diğer canlı varlıklarda olduğu gibi evrende yıldız ve gezegenler arasında da vardır. Dünyamızın büyüklüğü, güneşe uzaklığı, eğimi bizim yaşamımıza uygun olmak üzere çok ince hesaplarla belirlenmiştir.

    14. el-Musavviru (varlık türünün her bir bireyini belli özellik, nitelik ve nicelikte yaratan, onlara betimleyebileceğimiz biçimleri veren):

    Allah (c.c.) el-Bâri’ güzel ismi ile her varlık türünü uygun ve ölçülü bir biçimde yaratırken el-Musavvir güzel ismi ile de her bir türün bireylerini birbirinden ayrılan özellik ve niteliklerle farklı kılmıştır. Bu yüzden tıpkı aynısı olan bir ağaç yaprağına dünyada rastlanılamaz. Tabii bunun en güzel tecellisi insan yüzlerinde kendisini göstermiştir. İkizler de dahil olmak üzere dünyada her bir insanın yüzünde ayırıcı özellikler, nitelikler bulunur. Hatta dünya tarihi boyunca ölmüş olanlar için de aynı durum söz konusudur. Allah (c.c.) her insanı farklı bir biçimde tasarlayarak yaratmıştır. Bu da büyük bir nimettir. Zira insanlar birbirinin aynısı olarak yaratılmış olsaydı hukuk meydana gelemezdi. Herkes birbiriyle karıştırılırdı. Bir hırsız için kesin delil asla bulunamazdı, evli eşler birbirlerini başkalarından ayıramazlardı.

    15. el- Gaffâru (günahları çok bağışlayıcı olan):

    Allah (c.c.) kendisine yönelen ve tövbe eden kullarının günahlarını bağışlar. Şeytan, insanları genellikle Allah’ın (c.c.) çok bağışlayıcı sıfatıyla kandırır. Allah (c.c.) nasıl olsa günahları bağışlar, diyerek insanlara günahı sevimli gösterir: “Ey insanlar, Allah’ın vadi gerçektir. Öyle ise sakın dünya hayatı sizi aldatmasın. O çok hilekar şeytan da Allah’ın merhamet ve affını ileri sürerek sizi kandırmasın! (Fâtır suresi, ayet 5)”

    16. el-Kahhâru (öfkesi ve cezası şiddetli olan; her varlığa hakim olan ve üstün gelen):

    Allah’ın (c.c.) dini peygamberimizin (s.a.s) hayatıyla, sözleriyle, yani sünnetiyle ve Kuran-ı Kerim’le ortadadır. Buna inanmayıp karşı gelenleri Allah (c.c.) el-Kahhâr güzel ismiyle kabir hayatında ve ahirette cehennem ateşiyle yakılmak suretiyle cezalandıracaktır. Müslümanlar tövbe edemedikleri günahları için önce azap görüp sonra kurtulacaklardır.

    17. el-Vehhâbu (her şeyi karşılıksız bağışlayan, veren):

    Bir insanın diğer bir insana yaptığı iyiliğin, iyiliklerin mutlaka bir karşılığı vardır. İnsan çıkarsız hareket etmez. Tabii Allah (c.c.) rızası için yapılan iyilikler bundan müstesnadır. Oysa Allah (c.c.) kullarına karşılıksız verir. O’nun asıl büyük lütfu ahirette müminler için cennette tecelli edecektir. Orada insanın hayal bile edemeyeceği nice nimetler müminleri beklemektedir. Uykunun, ölümün, çirkinliklerin ve kusurların olmadığı o ebedi hayatta Allah (c.c.) müminlere öyle büyük nimetlerle ihsanda bulunacak ki bunları burada saymanın bile imkanı yoktur.

    18. er-Rezzâku (rızık veren):

    Her canlı varlığın rızkı Allah’a (c.c.) aittir. Doğada rızık taksiminde tuhaf bir yasayla karşılaşırız: Çok hırslı ve güçlü varlıklar rızıklarını zorlukla; tevekküllü ve zayıf varlıklar kolaylıkla elde etmektedirler. Örneğin ağaçlar bulundukları yerden ayrılmadan ve hiç zahmet çekmeden ilahi bir kudretle beslenmektedirler. Oysa bir arslanın beslenmesi için çok emek harcaması ve çeşitli tehlikeleri göze alması gerekmektedir. Yine bir bebek doğar doğmaz annesinin memesinden kolaylıkla ve zahmet çekmeden beslenirken yetişkin bir insanın çalışma ve emek yolu ile doğal ihtiyaçlarını karşılaması söz konusudur. Bu durum rızkın ezelde belirlendiğine, insanın hırs ve çalışması ile artmayacağına delildir.

    19. el-Fettâhu (kapalı şeyleri açan; sıkıntıları ortadan kaldıran ve sorunları çözen; hakla batılın arasını açan):

    El-Fettâh güzel ismin kökü olan feth, “açmak” anlamına gelir. Bu maddi ve manevi olabilir. İnsanın yaşamında sınıfını geçmesi, bir sınavı kazanması; kalfanın usta olması, bir iş yeri açması, ev satın alması birer maddi fetih olduğu gibi namaza başlaması, namazdan zevk alması, namazla ilgili bazı sırları yaşaması da birer manevi fetih olarak zikredilebilir. Bu açıdan her ne kadar bu fetihler kulun çalışması ve gayreti ile elde ediliyorsa da bunların her biri Allah’ın (c.c.) izniyle ve el-Fettâh güzel isminin tecelli etmesiyle meydana gelmektedir. Bunun için bir insan, tıpkı rızık hususunda nasıl çalışma ve gayret ile fiili duada bulunuyorsa ve bunun sonucu olarak er-Rezzâk olan Allah’ın (c.c.) nimetlerine eriyorsa hayatındaki sıkıntıları ortadan kaldırmak, sorunları çözmek, bazı nimetlere ermek için gösterdiği ve birer fiili dua hükmünde olan çalışma ve gayretlerle de Allah’ın (c.c.) el-Fettâh güzel isminin tecellisine vesile olabilir.

    Tabii feth deyince aklımıza hemen büyük bir ibadet olan cihat gelir.

    20. el-Alîmu (her şeyi bilen):

    Allah (c.c.) bu güzel ismi ile insanda onu diğer varlıkların en şereflisi kılacak bir biçimde tecelli etmiştir. İnsanı bilgi sahibi olacak donanımlarla yaratmıştır. İnsan akıl ve duyu organları yolu ile bilgiye ulaşmaktadır. Bilgilerini sınıflandırmakta, karşılaştırmakta, bu yolla yeni bilgilere de sahip olmaktadır.

    Allah’ın (c.c.) bilmesi için ne duyu organlarına ne de akla ihtiyacı yoktur.

    Allah (c.c.) her şeyi aynı anda bilir. O’nun bilmesine bir sınır çizilemez. O mutlak bilir. Hiçbir şey O’nun ilminin dışında değildir.

    21. el-Kâbidu (sıkan, daraltan):
    22. el-Bâsitu (genişlik ve ferahlık veren):

    Dünya sınavı gereği Allah (c.c.) bazı kullarını maddi ve manevi çeşitli sıkıntılara uğratır. O’ndan gelen her bela ve musibet aslında büyük bir ikramdır. Güzel sabır gösterirsek günahlarımıza kefarettir. Güzel sabır (sabr-ı cemil), ilgili sıkıntıdan dolayı kimseye dert yanmamakla, sıkıntıyı Allah’tan (c.c.) bilip haline şükretmekle gerçekleşir.

    Her sıkıntıdan sonra bir kolaylığın olduğu bir doğa yasasıdır, yani bir sünnetullahtır. Tıpkı her yokuştan sonra bir inişin olması gibi. Bu durum her işte de böyledir. İnsan bir işte önce büyük sıkıntı yaşar, bunalır, türlü sorunlarla boğuşur, bir gün gelir işin tadını almaya, meyvesini yemeye başlar. Zor iş artık kolaylaşır. Sıradan bir iş haline gelir. Yüce Allah (c.c.) belki de insanların bu ilahi kuralı anlamakta şaşkınlık yaşayacağını bildiği için tekit maksadıyla şu ayetlerle iki kere yinelemiştir: “Demek ki, güçlükle beraber kolaylık vardır. Evet, güçlükle beraber kolaylık vardır (İnşirâh suresi, ayet 5, 6).”

    23. el-Hâfidu (aşağı indiren, dereceleri düşüren):
    24. er-Rafi’u (yukarı yükselten, dereceleri artıran):

    Her insanın nasıl toplumda bir konumu ve rolü varsa Allah (c.c.) katında da bir derecesi vardır.

    İnsanlar toplumdaki konumlarını işlerindeki başkalarına olan yarar ve zararlarıyla, insanlarla olan ilişkilerindeki iyi ve kötü halleriyle elde ederler. Bunların da Allah (c.c.) katında derecelerin belirlenmesinde önemli bir yeri vardır. Ama asıl insanın Allah’ın (c.c.) emir ve yasakları karşısındaki tavrı onun Allah (c.c.) katındaki derecesini belirler. O’nun emir ve yasaklarına uyan kulluk makamına erer, Allah (c.c.) öylelerini ahirette cennetle ve yüksek derecelerle ödüllendirir. Allah’ın (c.c.) emir ve yasaklarının gereğini yerine getirmeyen ve onlara karşı gelen ahirette cehennem ateşiyle cezalandırılır.

    25. el-Mu’izzu (şeref, haysiyet ve namus yüceliği veren):
    26. el-Müzillü (kulun yaptığı günahlar sonucu toplumdaki şeref, haysiyet ve namus gibi değerlerini lekelemesine izin veren, elinden alan):

    Şeref, haysiyet ve namus gibi manevi kavramlar para ile satın alınamazlar. Bunlar Allah’ın (c.c.) Müslümanlara dünyada verdiği manevi armağanlardır. Bir Müslüman’ın manevi kişiliği bu kavramlardan oluştuğu için o muhteremdir. Her türlü saygıya değerdir. Hiçbir biçimde incitilmemelidir.

    27. es-Semî’u (her şeyi işiten):
    28. el-Basîru (her şeyi gören):

    Allah’ın (c.c.) işitmesi ve görmesi yaratılmış varlıkların işitmesi ve görmesi gibi değildir. İnsanlar ancak dikkatlerini yönelttikleri varlıkların seslerini işitebilirler, kendilerini görebilirler. Ama böyle anlarda bile bazen algı yanılmaları ve yetersizlikleri yaşayabilirler. Allah (c.c.) yarattığı her şeyi her an sınırsız bir dikkatle görür ve işitir. Bunda da bir zayıflık ve kusur olmaz. İnsanların işitmeleri ve görmeleri için kulak ve göz duyu organlarına ihtiyaçları vardır. Allah’ın (c.c.) işitmesi ve görmesi için herhangi bir organa gereksinimi yoktur. İnsan belli bir frekans arasındaki sesleri işitir. Görmesi için de nesnenin gözler önünde bulunması ve havada belli bir derecede ışığın olması gerekir. Allah (c.c.) her frekanstaki sesi işitir ve zifiri karanlıktaki görüntüyü bile görür. Dolayısıyla insanda işitme ve görme yetisi sınırlı ve belirli bir ölçüde iken Allah’ta (c.c.) bu özellikler sınırsız olgunlukta ve tüm yaratıkları her yönüyle kuşatacak boyuttadır.

    29. el-Hakemü (Allah [c.c.] Kuran-ı Kerim’le hükmeder):

    Kuran-ı Kerim Allah (c.c.) tarafından insanların dünyada ve ahirette saadete ermeleri için indirilmiştir. Allah (c.c.) ve peygamber (s.a.s) bir konuda hüküm vermişse Müslümanların buna itaat etme dışında başka bir seçenekleri yoktur. Bu durumu Allah (c.c.) Kuran-ı Kerim’de açık olarak şöyle işlemiştir: “Allah ve resûlü herhangi bir meselede hüküm bildirdikten sonra hiçbir erkek yada kadın müminin o konuda başka bir tercihte bulunma hakları yoktur. Kim Allah’a ve resûlüne isyan ederse apaçık bir sapıklığa düşmüştür (Ahzâb suresi, ayet 36).”

    30. el-Adlu (eksiksiz, mutlak adalet sahibi):

    Allah (c.c.) kaza ve kaderinde eksiksiz, mutlak adalet sahibidir. Dünyada görünüşte pek çok adaletsizlikler göze çarpar. Örneğin bir insanın İslam diyarında doğması ile küfür diyarında dünyaya gelmesi İslam dinine girmede ve onunla şereflenmede bir adaletsiz durum olarak göze çarpar. Yine bir insanın doğuştan kör yada başka bir organının engelli olması da böyle değerlendirilebilir. İnsanın kadın yada erkek cinsiyetine sahip olarak doğması, zengin yada yoksul bir ailede dünyaya gelmesi, zeki yada geri zekalı olması, güzel yada çirkin yaratılması elinde olmadan, kaza ve kaderle gerçekleşen şeylerdir. Tüm bunlar ve benzerleri görünüşte Allah’ı (c.c.) adaletsizlikle suçlayabileceğimiz konulardır.

    31. el-Latîfu (lütfu bol olan; ince, derin anlamları bilen; latif varlıklara hükmeden):

    Bu ismin gerçek anlamını kavrayabilmek için insanın şükreden bir kul makamına ulaşması gerekir. Şükür, Allah’a (c.c.) sonsuz bir minnettarlık duygusu duyarak elindeki nimetleri başkaları ile paylaşmakla gerçekleşir. “Allah kullarına büyük lütuf sahibidir (Latîf’dir). Dilediğini rızıklandırır (Şûrâ suresi, ayet 19).” Allah (c.c.) her kuluna sınırsız nimetlerle lütfetmektedir: Öyle ki Allah’ın (c.c.) üzerimizdeki nimetlerini saymaya kalksak bunda aciz kalırız. Bu nimetlere karşı Allah’ın (c.c.) bizden istediği kulluk görevleri de aslında en büyük lütuflarıdır. Öyle ki bunlar, dünya nimetleriyle kıyaslanmayacak bir değere sahiptirler. Allah’a (c.c.) bütün bu lütuflarına karşı içten bir şükür de büyük bir nimettir. İnsan asıl bu şükür nimetinin karşılığını nasıl ödeyeceği konusunda büyük bir şaşkınlık yaşar.

    Allah’ın (c.c.) el-Latîf güzel ismi bir başka anlam daha taşır: “Gözler O’nu göremez. O bütün gözleri görür. O Latîf’dir, Habîr’dir (En’am suresi, ayet 103).” Allah (c.c.) her şeyin künhünü bilir; en katı maddelerin, yeryüzünün bilinmeyen derinliklerin iç yüzüne vakıftır. Hiçbir şey O’na kapalı değildir. Her şey latif (şeffaf) bir cisim gibi O’nun önündedir. Gözlerin algılamaktan uzak olduğu şeyler O’nun için apaçık bir özelliğe sahiptir. Ayrıca her fiil onun iradesi ile meydana gelir. Başımıza gelen kötü işlerde bazen bizim algılayamadığımız nice hayırlı incelikler olabilir. Bunlar Allah’a (c.c.) aydındır.

    32. el-Habîru (her şeyden haberi olan):

    İnsanlar duyu organları, akılları ile varlık, olay ve olgulardan haberdar olurlar. Bu da çoğu zaman yanlış ve yalan bilgilerle karışır. Allah (c.c.) her şeyden bir organa ve alete ihtiyaç duymadan haberdar olur. Haddizatında her varlık O’nun gözü önündedir. Hiçbir şey O’ndan gizli kalmaz. Her olay O’nun izni ve yaratması ile meydana gelir. Ayrıca Allah (c.c.) her varlığa kaza ve kaderle hükmeder. Onun için Allah (c.c.) her şeyden mutlak anlamda haberdardır.

    33. el-Halîmu (kulun yaptığı kötü şeylere yumuşak davranan, anlayışlı olan):

    Bir insan çaresizlikten, zayıflıktan, yoksulluktan dolayı insanlara yumuşak huylu görünebilir. Ama aynı insan diş geçireceği birisini buldu mu arslan kesilebilir. İşinde üstlerinin karşısında elleri böğründe nice kişi evlerinde çoluk çocuğuna zulmedebilir. Asıl ağır başlılık ve anlayışlı olma, elinde bir güç ve olanak olduğu halde ve her türlü iktidar imkanına kavuştuktan sonra da çevredeki tüm insanlara yumuşaklık göstermektir. Allah her türlü güç ve iktidara sahipken insana yumuşak davranır.

    34. el-Azîmu (ululuk, yücelik sahibi):

    Allah’ın (c.c.) yüceliğini, ululuğunu kavramak olanaksızdır. Bunu ancak zıddıyla veya çeşitli karşılaştırmalarla anlayabiliriz. Ulu, yüce kavramlarının zıddı küçük ve basittir. Evren o kadar geniştir ki içerisinde dünya yaratılalı beri henüz ışığı bize ulaşamamış yıldızlar bulunmaktadır. Evrenin bu genişliği ile insanın sınırlı kavrayışı karşılaştırıldığında Allah’a (c.c.) izafe edilen yücelik, ululuk kavramları az çok anlaşılabilir. Oysa Allah (c.c.) henüz dünya yaratılalı beri bize yıldızlarının ışığı ulaşamamış bu evrenin değil mahiyetlerini bilemeyeceğimiz sınırsız sayıdaki evrenlerin yaratıcısıdır. Bu durumda O’nun yüceliğini, ululuğunu (el-Azîm oluşunu) evrenlerle bile karşılaştırmak, sınırlandırmak büyük bir günahtır.

    35. el-Gafûru (günahları bağışlayan):

    İnsanın (c.c.) günahlardan kurtulması tövbe etmesiyle mümkündür. Tövbe etmeden günahlarının bağışlanacağını düşünmek şeytanın bir vesvesesi (propagandası) ve nefsin bir oyunudur. Nitekim Hıristiyanlar bu istenmeyen duruma düşmüşler, Hz İsa’nın (a.s.) bu dünyada feci bir şekilde öldürülmesinin (oysa Hz. İsa [a.s.] öldürülmemiştir, göğe kaldırılmıştır) ve günahlarını itiraf ettiği papazların kendilerini kurtaracaklarını sanmışlardır. Gerçi Allah’ın (c.c.) bağışlamasını ve rahmetini tövbe etme ile sınırlamak da doğru değildir. Maalesef Mutezile mezhebinde olanlar (Kaderiyeciler), bu yanlışa düşmüşler, yani tövbe etmeden Allah’ın (c.c.) kullarının günahlarını bağışlamayacağını iddia etmişlerdir. Ehl-i sünnete göre, Allah (c.c.) Kuran-ı Kerim’de şirk dışında kalan günahları affedebileceğini bildirmiştir (Nisa suresi, ayet 48). Ama kula düşen görev, günahları için tövbe etmektir.

    36.eş-Şekûru (asıl kendisine teşekkür edilecek yüce varlık):

    Peygamberimiz (s.a.s) bir hadis-i şeriflerinde şöyle buyurmuşlardır: “İnsanlara teşekkür etmeyen, Allah’a şükretmez.” Teşekkür etmek, başkasına duyulan içten bir minnettarlık duygusudur. Bunu dil ile söylemekte bir sakınca yoktur. Ama fazla bir abartıya kaçmak ve gerçek nimet sahibi olan Allah’ı (c.c.) akıldan ve hatırdan çıkarmak da doğru değildir. Bununla birlikte her şeyi Allah’a (c.c.) bağlayarak insanlara teşekkürden kaçınmak da, demin zikredilen hadis-i şerif uyarınca, sakıncalı bir durumdur. Demek ki teşekkür ederken bir edep sınırımız bulunmakta, belli bir ölçüye ve kurala uygun bir yol takip etmemiz gerekmektedir. Bu da çok doğal bir ses tonuyla, ifadede aşırıya ve abartmaya kaçmadan gerçek nimet verenin Allah (c.c.) olduğunun bilincinde olarak insanlara teşekkür etmektir.

    37. el-Aliyyu (varlıkların nitelik ve niceliği ile karşılaştırılması doğru olamayan Allah’ın [c.c.] kudretinin ve zatının yüksekliği):

    Allah’ın (c.c.) kudretinin yüksekliğini kavramak olanaksızdır. Bunu ancak zıddıyla veya çeşitli karşılaştırmalarla anlayabiliriz. Yüksek kavramının zıddı alçaktır (süfli). Allah’ın (c.c.) dışında her şey bununla vasıflanabilir. En alçak şeyler onun günah saydığı fiillerdir. Sonra sırasıyla mubahlar, helaller gelir. Kul Allah’a (c.c.) yöneldiği zaman yücelir, yükselir. Çünkü O el-Aliyy’dir. Kul, dünyaya ilgi göstermeye başladığında alçalır, düşer. Zaten dünya da deni (alçak) sözcüğünden türemiştir. Harama bulaştığında ise pis bir bataklığa saplanmıştır. Tabii el-Aliyy ile dile getirilen kavram, varlıkların nitelik ve niceliği ile bir ilgisi olmayan Allah’ın (c.c.) zatının, dolayısıyla şan ve şerefinin yüksekliğidir.

    38. el-Kebîru (varlıkların nitelik ve niceliği ile karşılaştırılması doğru olamayan Allah’ın [c.c.] kudretinin ve zatının büyüklüğü):

    Allah’ın (c.c.) kudretinin büyüklüğünü kavramak olanaksızdır. Bunu ancak zıddıyla veya çeşitli karşılaştırmalarla anlamaya çalışabiliriz. Tabii burada büyüklük kavramı ile varlıkların nitelik ve niceliği ile bir ilgisi olmayan Allah’ın (c.c.) kudretinin büyüklüğü kastedilmektedir. Dünyadaki en büyük şeyle evrenin büyüklüğünü karşılaştırmak Allah’ın (c.c.) kudretinin büyüklüğü hakkında bizlere az çok fikir verebilir herhalde. Kudreti sonsuz büyüklükte olan Allah’ın (c.c.) karşısında biz insanlar ne kadar zayıf bir durumdayız.

    Kudreti sonsuz olan Allah’ın (c.c.) zati büyüklüğünü maddi anlamda düşünmemek gerekir. Çünkü maddi büyüklük yaratılmışlar için söz konusudur. Allah’ın (c.c.) vücudu madde olmadığı için büyüklük, küçüklük gibi sıfatlardan uzaktır. O’nun zati büyüklüğünü bir ülke yöneticinin sahip olduğu konumla herkesin saygısını kazanmasına, herkeste hayranlık, çekinmek, korku ve haşyet uyandırma gibi karizmatik özelliklerine benzetebiliriz. Kuşkusuz bu konularda Allah’ın (c.c.) büyüklüğü ile bir devlet başkanının büyüklüğünü karşılaştırmak bile bir küstahlıktır.

    39. el-Hafîzu (koruyan, saklayan):

    Allah’ın (c.c.) bu güzel isminin tecellilerini doğada ve insan üzerinde her zaman görebiliriz. Bir bitki tohumunu elimize alıp incelediğimizde onu olumsuz dış koşullara karşı koruyan bir kabukla çevrili olduğunu görürüz. Hayvanlar dünyasında yeni doğan yavruların uzun bir süre annelerinin şefkatli himayeleri altında olduklarını biliriz. Bir tavuk gücüne bakmayarak yavrularını korumak için gerektiğinde bir köpekle savaşır. Halbuki o tavuk anne olmadan önce bir köpek gördüğünde kaçacak bir delik arardı. El-Hafîz güzel isminin insan üzerindeki tecellisi bizleri daha derin düşüncelere sevk etmektedir. Daha bebek doğmadan önce anne karnında güvenli bir şekilde korunur. Doğar doğmaz annenin memelerinde oluşan sütle yaşamı için gerekli tüm gıdalar ve su miktarı en mükemmel şekilde ve en ideal bir kıvamda ona sunulur. Anne ve babanın kalplerine yerleştirilen şefkat ve merhamet duyguları ile en itinalı bir biçimde büyütülür. Dünyaya güçsüz ve çaresiz olarak gelen bu bebek, güvenlik duvarları ile etrafı çevrilen bir devlet adamından daha güzel korunur.

    Allah (c.c.) sadece nesli korumakla kalmaz. Varlıkların tüm ihtiyaçlarını doğada var ederek yaşamı da güvence altına alır. Bu koruma dünyayı, güneşi, evreni de içine alır. Dünyanın eğimi, izlediği yörünge, güneşe uzaklığı canlı varlıkların yaşamlarını devam ettirmesine olanak sağlayan ve onları koruyan bir hesaba, ölçü ve uyuma göre tespit edilmiştir.

    Bela ve musibet ancak Allah’ın (c.c.) izni ve yaratması ile insana ulaşır. Sadece deprem, yangın, sel gibi doğal afetler değil, insanlardan da gelebilecek her türlü zarar ziyan, şer de ancak Allah’ın (c.c.) izni ve yaratması ile meydana gelir. Allah (c.c.) bela ve musibet konusunda kendisine el açıp sığınan kullarını korur. Hadis-i şeriflerde geçtiği üzere başa gelebilecek bela ve musibetler dua ile üzerimizden kalkabilir; ayrıca sadaka da bela ve musibeti def edebilir. Allah’ın (c.c.) bu güzel ismi ile Allah’a (c.c.) sığınma adeta can ve mal sigortası yaptırmak gibidir. Kuşkusuz hiçbir insan Allah’ın (c.c.) kaderini yargılama ve eleştirme hakkına sahip değildir. İnanan bir insan için O’ndan gelen şer de olsa mutlaka içinde bir hayır gizlidir. Bu açıdan nasıl bir malı sigorta yaptırdığımızda o mala zarar gelmesini önleyemediğimiz halde bu zararı karşılayacak bir kurum buluyorsak Allah’a (c.c.) bu güzel ismin yüzü suyu hürmetine sığındığımızda başımıza gelen bela ve musibetlerde ancak kendimizin bir sır olarak algılayabileceği bir ilahi yardımı aldığımıza da şahit olabiliriz. Çünkü Allah (c.c.) kimsenin duasını boş çevirmez.

    40. el-Mukîtu (herkese hak ettiği karşılığı veren; rızıkları taksim eden, varlıklara günlük gıdalarını veren):

    Kuran-ı Kerim’de Allah’ın (c.c.) el-Mukît güzel ismi genel bir anlama gelecek biçimde şöyle bir ayette de geçmektedir: “Kim iyi bir işe vesile olursa bu iyilikten onun da bir nasibi vardır. Kim bir kötülüğe aracı olursa bu kötülüğün vebalinden mutlaka ona da bir pay vardır. Allah her şeyin karşılığını vericidir (el-Mukît) (Nisâ suresi, ayet 85).” Burada el-Mukît vesile veya aracı olduğumuz bütün iyiliklerin ve kötülüklerin sonucu elde ettiğimiz kazancın karşılığını veren olarak çok geniş bir anlama gelecek biçimde kullanılmıştır. Sözcüğün kökü “kût”tur (besin, gıda). Bundan dolayı el-Mukît, rızıkları taksim eden, varlıklara günlük gıdalarını veren anlamıyla yaygın olarak tanınmıştır.
    Allah (c.c.) her kulun her türlü ihtiyacını bilen ve karşılayandır. Çaresiz bir bebeğin günlük gıdasını anne sütüne koymuş, böylelikle onu sağlıklı ve dengeli büyümesinde ilk altı ay için gerekli hiçbir gıda maddesinden yoksun bırakmamıştır.

    41. el-Hasîbu (kullarının hesabını bilen, gören):

    Yaşamımızın sonunda ölüm olduğu gibi günümüzün sonunda da ölümü andıran bir uyku bulunmaktadır. Uyku sırasında bilincimiz etkisiz kalmakta, aciz bir biçimde kendimizden geçmekteyiz. Bir hırsız veya düşman bize bu sırada rahatlıkla zarar verebilir. Böyle birisi bu durumda bizi öldürmeye kalksa kılımız bile kıpırdamaz. Aslında ölüm ve uyku yaşamımızın her anına sinmiştir. Bilincimiz çoğu zaman böyle uykulu bir sersemlikle hareket etmektedir. Allah’a (c.c.) inandığımız halde hesabını veremeyeceğimiz sözler söylemekte ve işler yapmaktayız. Allah’ın (c.c.) el-Hasîbu güzel ismini unutmakta ve bizi bu dünya yaşamından ötürü hesaba çekecek olan yüce Allah’a (c.c.) çoğu zaman isyan etmekteyiz. Allah’ın (c.c.) el-Hasîbu güzel ismi insanı hesap gününe hazırlamada sorumluluk sahibi kılmaktadır.

    42. el-Celîlü (azamet, yücelik, ululuk, izzet sahibi olmak, heybetinden korku ve kaygı uyandırmak, emir ve yasaklar koymak, varlıklara özgü sıfatlardan uzak olmak):

    Allah (c.c.) öyle yücedir ki tüm insanlar, hükümdarlar ve yasalar üstünde bir güce sahiptir. Emir ve yasak koyma yetkisi Allah’a (c.c.) aittir. Bu güzel isimde ifade edilen ululuk ve yücelik, Allah’ın (c.c.) emir ve yasak koyma yetkisiyle bütün varlıkların üzerinde bir konumda bulunmasıdır.

    Evrenin ve doğanın yasaları karşısında tüm varlıklar boyun eğmiş durumdadırlar. Allah (c.c.) koyduğu yasalarla evreni ve doğayı yönetmekte, her varlığa da doğaya ve evrene bağlı yönüyle hükmetmektedir.

    Allah (c.c.) ululuğun ve yüceliğin hakkı için ilahi kitaplarla ve peygamberlerle ilettiği emir ve yasaklara kullarının uymasını istemekte, ahirette bunlardan insanları sorumlu tutmaktadır. Dünya imtihanı gereği O’nun emir ve yasaklarına uymayanlar yaşamlarında hesaba çekilip cezalandırılmasa da öldükten sonra her insanı ebedi ödül ve ceza için büyük bir hesap günü beklemektedir.

    O’nun her emrinin ve yasağının altında sayısız hikmetler yattığı halde kula düşen görev, sadece O’nun emri ve yasağı olduğu için baş eğmektir. Emrin ve yasağın altındaki hikmete eremesek de Allah (c.c.) için gereğini yapmak gerekir. Çünkü melekler Allah’ın (c.c.) korkusundan titrerler. Allah’ın (c.c.) veli kulları da hep sonlarından endişe ederler. Allah’ın (c.c.) her emri ve yasağı O’nun ezeli bilgisi ile damgalı olduğu için değişmez ve mutlak doğrudur.

    43. el-Kerîmü (cömert olan):

    Asıl cömertlik insanlara karşılık beklemeden, Allah (c.c.) rızası için bir şeyler ikram etmektir. Allah kullarına karşı sonsuz nimetlerle cömertlik yapmaktadır.
    Kuşkusuz her amelde nefsin de payı vardır. Cömertlikte de bu pay biraz bulunabilir. Ama niyeti halis tutmakla hedefe ulaşılabilir. Onun için bazı insanların desinler diye yaptığı ikramlar inşaallah bu cömertlik sınıfına girer. Gerçi ibadete zerre kadar riya girse onu bozar. Ama cömertlikte nefsin etkisini, dolayısı ile riyayı tamamıyla ortadan kaldırmak mümkün görünmemektedir. Onun için kendimizi cömertliğe teşvik ederken nefsin ve şeytanın vesvese vereceği bu damarı ortadan kaldırmak için cömertlikte her zaman belli bir derecede riyanın da bulunabileceğini ama Allah’a (c.c.) yapılacak istiğfarla bunun ortadan kalkacağını düşünmeliyiz.

    44. er-Rakîbu (gözetleyen):

    Allah (c.c.) canlı ve cansız varlıkları yarattıktan sonra bir kenara çekilmemiştir. O her yarattığı varlığı kendisine özgü olan sonsuz güç ve kudretiyle gözetlemektedir. İnsanın sınırsız ihtiyaçları için çeşitli çare yollarını yaratan O’dur. Ta doğumundan itibaren insanı annesinden ve babasından daha sıkı bir biçimde gözetlemiştir. Bu nedenle anne ve babasını kendisine bakması için gerekli içgüdüsel donanımla O yaratmıştır. Yeryüzü canlı ve cansız varlıkları ile onun yaşamsal ihtiyaçları için gerekli bütün şeyleri karşıl

  3. Vahdet-i Vücut (Vücut Birliği), Vahdet-i Şuhut (Şahit Olunan Birlik), Fenafillâh (2)

    Duygu ve coşkular sonuçta düşüncelere dayanır. İlahi bir sarhoşluk ve muhabbet hali (duygusu, coşkusu) ile sofilerin ağzından çıkan çoğu görünüşte şeriata ters düşen ve onunla çatışan sözler, böyle düşünsel bir temelden kaynaklanamaz mı?
    Duygu ve coşkular sabun köpüğü gibidir. Dışarıdan bakan onun bir şekle ve cisme sahip olduğunu düşünür, ama onlar ele avuca girdi mi yok olurlar. Yani duygu ve coşkuları bir düşünce kalıbına sokmaya çalıştığımızda onlar bir anda sönerler. Tabii duygu ve coşkular bir düşünsel temelden kaynaklanır. Ama bu düşünsel temeli ararken duygu ve coşkulardan hareket etmek doğru değildir. Bu insanı yanlış yargılara götürebilir. Örneğin Hallac-ı Mansur’un ‘Enel-Hak (Ben Hakkım)’ sözü, bir tasavvufi coşkunlukla ve muhabbetle söylenmiştir. Buradaki coşku ve duygu Allah’ın el-Hak güzel isminin kendi üzerinde tecelli ettiğidir. Şimdi bizler onun bu duygu ve coşkusunu temel alıp onu böyle bir düşünce ve mantık kalıbına koyduğumuzda Hallac-ı Mansur’un ilahlık davasında olduğunu düşünebiliriz. Onu haksız yere mahkûm ederiz. Nitekim devrinde de mübareği bu sözüyle mahkûm edip ilgili sözü şeriata uygun bulmadıkları için kanına girmişlerdir. Hâlbuki günde bin rekât nafile namaz kılan, ilgili sözü nedeniyle hapsedildiğinde ayağındaki ve kollarındaki zincirlerin tazyiki yüzünden ancak günde beş yüz rekât nafile namaz kılabilen Hallac-ı Mansur, böyle bir düşünceden, iddiadan uzaktır. Ama dedik ki, duygu ve coşkular, bir düşünsel temelden kaynaklanır. Öyle ise Hallac-ı Mansur’u bu sözü söyletmeye sevk eden düşünce temeli nedir? Evet, bu o kadar zor bir soru değildir. Görünmesi, anlaşılması güçlük arz eden karmaşık bir konu da değildir. Köpüğü ele avuca alamayız ama onun su ve sabundan kaynaklandığını hemen biliriz. Sabunu bilmeyen bir çocuk köpüğe bakıp da onun su ve sabundan kaynaklandığını hiçbir zaman anlayamayacaktır. Çünkü köpüğün ne suyla ne sabunla görünüşte bir ilgisi ve yakınlığı bulunmamaktadır. Bizler sofilerin rabıtanın ve zikrin, tabii en başta ‘Allah’ ve ‘La- ilahe illallah’ kelimelerinin zikirlerinin etkisiyle tasavvufi haller, hususiyle vahdet-i vücut halini yaşamakta olduğunu biliyoruz. Eldeki sabunun suyla teması neticesinde köpüğün oluşması kadar açık, gözler önünde olan bir gerçektir bu. Çünkü bu yol tevhit akidesiyle başlıyor, tevhit akidesinin derinleştirilmesi ile de ilerliyor. Bu yolun içerisindeki, dışındaki herkes de bu gerçeği bilmektedirler.

    Bütün tasavvufi haller, hususiyle vahdet-i vücut hali temelini tevhit akidesinden alır: ‘La ilahe illallah (Allah’tan başka ilah yoktur).’ Sofi la ilahe (ilah yoktur) kazmasıyla nefsini, varlık âlemini deşmeye, yok etmeye çalışır. Çünkü bunlar Allah’ın ‘Ol!’ emri ile yokluktan yarattığı varlıklardır. Sofinin de Allah’a ulaşmasını engelleyen masivalardır. Sofi bu engelleri kaldırdıkça Allah’ın varlığını ispat etmiş (illallah) olur. Öyle bir dereceye gelir ki, ilahi bir sarhoşluk ve muhabbet eseri ağzından bazı şeriata ters düşen sözler dökülmeye başlayabilir. İşte örneğini verdiğimiz Hallac-ı Mansur’un ‘Enel-Hak (Ben Hakkım)’ sözü bu kabildendir. Bu sözle ilahlık (benlik) davası değil, bilakis ilahi sarhoşluk ve muhabbetin eseri olarak benliğini Allah’ta (El-Hak) yok etmiş bir kişinin kendisinden (nefsinden) geriye bir şey kalmadığı ve tıpkı kendisini ateşte yakan kelebekler misali eriyip kaybolduğu, yok olduğu ifade edilmektedir. Tabii her fedakârlık bir dava için yapılır. Bir şeyi ispat içindir. Kendini (nefsini) Allah’ın el-Hak güzel ismini ispat için yapılan fedakârlığın ve davanın temeli de apaçıktır ki ‘La ilahe illallahtır (Allah’tan başka ilah yoktur).’ Çünkü davanın amacı, davanın bayrağında, temel taşlarında az çok işaret edilir. Hallac-ı Mansur’un ilgili sözü tevhid-i zat (vahdet-i vücut) hali için klasik bir örnektir. Tevhid-i zat Allah’ın zat veya güzel isimlerinin kulda tecelli ettiği duygu ve coşkusunun mahsulü olarak meydana gelir. Tasavvufta çok ileri bir hal olduğu için onu sıradan bir insan olarak anlayabilmemiz mümkün görünmemektedir. Ancak çok uzak ve biraz da ilgisiz bir örnek olarak şunu verebiliriz: Bir küçük çocuk, babası yeni bir araba alınca, ailenin tüm bireylerinin sevincini daha bir coşkun ve duygusal boyutta yaşayabilir. Kendi yaşındaki arkadaşlarına arabayı göstererek ‘Benim arabam!’ diyebilir. Bunu söylerken de egosu müthiş bir haz duyacaktır. Çünkü araba kavramının yüklendiği sevinç coşku ve duygusu ile küçük çocuğumuz babası ile kendisini özdeştirmektedir. Bunun gibi, insan hangi makamda olursa olsun, Allah (c.c.) karşısında asla kulluktan öteye geçemeyecektir. İnsan insandır, Allah da Allah’tır. Aralarındaki ilişki, yaratanla yaratılandır. Allah (c.c.) kullarına hiçbir suretle muhtaç değildir. Hele Allah’ın insanların ibadetlerine hiçbir ihtiyacı yoktur. Ama insan Allah’a (c.c.) muhtaçtır. İbadetler hem dünyada hem ahrette huzur ve mutluluğumuz için muhtaç olduğumuz büyük nimetlerdir. Durum böyle iken, sofi tasavvuf ve tarikat yolunda çektiği zikirlerle ve yaptığı rabıtalarla yavaş yavaş nefsinden ve masivadan yüz çevirir. Öyle hale gelir ki tevhid-i ef’al, tevhid-i sıfat hallerinden sonra vahdet-i vücut hallerini yaşamaya başlayabilir. Allah’ın Zatına olan iştiyakı, ilahi sarhoşluğu ve muhabbeti ile üzerinde tecelli eden Allah’ın güzel isimlerini sahiplenme halini hissedebilir. Daha doğrusu nefsini ve bütün varlık âlemini yok bilerek tıpkı küçük çocuğun babasının arabasına ‘Benim arabam’ demesi gibi sofi de Allah’ın zat ve güzel isimlerinin üzerinde tecelli ettiğini vurgulayan cümleler söyleyebilir. Bu sözler görünüşteki anlamaları ile şeriata da ters düşebilir.

    Vahdet-i vücut halinin tesiri ile iman ile küfrü bir, aynı gören birisi de böyledir. Kuşkusuz iman ve küfür ayrı şeylerdir. Allah (c.c.) küfürden razı değildir. Küfürle vasıflanan kişiyi ebedi cehennemle cezalandıracaktır. İmandan ise razıdır. Onu er geç cennetle mükâfatlandıracaktır. Bu, düşünsel temelde sofinin de bildiği ve onayladığı bir yargıdır. Çünkü şeriat bunu kalın çizgilerle belirlemiştir. Bunu inkâr, bu çizgileri aşmak, çiğnemek küfür demektir. Vahdet-i vücut hali ile ağzından ilahi muhabbetin ve sarhoşluğun etkisi ile iman ve küfrü bir, aynı gördüğünü söyleyen bir sofi bununla tevhid-i sıfat halini yaşadığını vurgulamaktadır. Bunu düşünsel boyutuyla kabul ettiğini iddia etmesi imkânsızdır. Kabul ederse dinden çıkmış olur. Zındıktır.

    Tevhid-i ef’al gibi tevhid-i sıfat, tevhid-i zata (vahdet-i vücut) ulaştıran ara basamaklardır. Tevhid-i sıfat nasıl bir karakter arz etmektedir?
    Sofi tasavvuf ve tarikat yoluna girer girmez tevhid-i ef’al ahlini yaşamaya başlayabilir. Birinci yazımızda buna kısmen de olsa değindik: Yüzüne sebepsiz yere tokat yiyen bir sofinin halini anlattık. Bu halle şeriata aykırı düştüğünde sofinin hale değil şeriata dikkat etmesi, ama elden geldiğince de tevhid-i ef’al halini muhafaza etme yolunda gayret sarf etmesi gerektiğini belirttik. Fiilleri yaratan Allah’tır; ama Allah (c.c.) iyi fiillerden razıdır, kötülerinden razı değildir. Oysa bizim sofi, fiilleri Allah (c.c.) yarattığı için, tabii bir de başa gelen bela ve musibetin kulun yaptığı günahlar yüzünden olması ilahi kanunu ile (daha doğrusu başka nedenler de var ama kul manevi terakkisi için meseleyi böyle bilmelidir) sebepsiz olarak kendisine tokat atan kişiden davacı olmak şurada dursun, ucuz kurtulduğu için haline şükrediyordu. Bu çok kutlu ve kıymetli haldir. Bu halin seyr u sulukta terakki için muhafaza edilmesi gerekiyordu. Ama beri yandan da hale itibar edilmeyip hak hukukun da aranması gerekiyordu. İmam-ı Rabbani Hazretlerine (k.s.) göre insanlar ahrette tasavvuf ve tarikat yolundaki hallerine göre değil şeriata göre hesaba çekilmektedir. Halle, şeriat ahkâmları çatıştığında hale itibar edilmeyip şeriata yönelmek gerekiyordu.

    Bu tevhid-i ef’al halinin (tevhid-i sıfat ve tevhid-i zat) en temel sebebi sofinin çektiği zikirle ve yaptığı rabıtalarla Allah’a doğru bir seyr u sulukta olmasıdır. Yani sofimiz manevi olarak yükselmektedir. Bu yükselme ruhen meydana gelmektedir. Elbette bu sırada kişinin ruhu aynı zamanda bedeninde de yer almaktadır. Ama ruh bizim gibi maddi kanunlara bağlı değildir. Onun bağlı olduğu kanunlar bambaşkadır. Allah’tan ilahi bir soluk olduğu için onun kanunlarına akıllar ermez. Onun için insanlar peygamberimize (s.a.s) ruhtan sordukları vakit, ‘Size bu ilimden pek az bir şey verilmiştir.’ diye, Rabb’imiz Kuran-ı Kerim’de açıklama yapmaktadır (bk. İsra suresi, 85). Ruh, bedende yer alırken manevi olarak da ya yukarıya ya da aşağıya doğru bir yolculuk halindedir. Cennet de cehennem de yaratılmış durumdadırlar. Bizleri beklemektedir. Peygamberimiz (s.a.s) miraçta her iki yeri de bizzat hem bedenleri hem de ruhları ile ziyaret buyurdular. Kim bunu inkâr ederse ehl-i sünnet çizgisinden dışarı çıkar. Bizler de bu dünyada ruhen bu iki yerden birisine, yani cennet veya cehenneme doğru bir manevi seyir halindeyiz. İnsanlar şöyle bir kendilerine ve etrafındaki insanlara derin bir nazarla bakarlarsa onların veya kendilerinin nereye doğru koştuklarını, hatta yükseldiklerini veya düştüklerini göreceklerdir. Zira cennet de cehennem de bin çeşit halleri ile çok uzaklardan bile varlıklarını hissettirmektedirler. Günahlar ruhu aşağı doğru çekerler. Hele küfür, kendisini bağlayan halatları kopmuş bir asansör gibi içerisindekileri sonsuz bir hızla cehennem doğru düşürür. O insanların halleri de derin bir nazarla bakıldığında bunu gözler önüne getirir. Sonsuz bir hızla düşen insanlar oldukları her hallerinden bellidir. Cennet kendisine doğru yaklaşan insanların ruhlarına huzurla, yüzlerine nurla esintiler serper. İnsanların uykuda iken aşağı doğru hızla düşmeleri de manevi hallerine bir işaret olabilir. (Tabii bunu pek vesvese yapmamak lazım. Rüyada düşme sadece bu anlama gelmez. Başka anlamları da var.) Tasavvuf ve tarikat yoluna giren sofi rabıta ve özellikle zikir sırasında ruhsal olarak yükselişe geçer. Rüyalarında uçması, denizlerde yürümesi de buna işaret eder. İşte bu durum ilahi sarhoşluğun ve muhabbetin neticesidir. Vahdet-i vücudun (tevhid-i zat) alt basamakları olan tevhid-i ef’al ile tevhid-i sıfatı doğurabilir.

    Tevhid-i sıfat, yine ilahi bir sarhoşluk ve muhabbetle Allah’ın (c.c.) insanda ve varlık âleminde genellikle birbirine zıt olarak tecelli eden güzel isimlerinin sofi tarafından ayrım gözetilmeksizin eşit olarak sevilmesidir. Örneğin insanların bir kısmı kâfirdir, bir kısmı mümindir. Biz müminleri severiz, kâfirlerden nefret ederiz. Çünkü Allah (c.c.) kâfirlerden razı değildir, müminlerden ise razıdır. Allah (c.c.) Kuran-ı Kerim’de bunu emrettiği gibi peygamberimizin (s.a.s) sözleri ve hayatı da bunu doğrulamaktadır. Ama sofi bu nazarla olaya bakmaz. İçerisinde bulunduğu manevi sarhoşluk ve muhabbetle kâfirleri de müminleri de Allah (c.c.) yarattığı için bir ve aynı görmektedir. O Allah’ın her şeyine ilahi bir aşk duymakta, hayranlıkla kendinden geçmektedir. Tıpkı mecazi (kadın erkek) aşklarda âşıkların gözlerinin kör olması, âşık oldukları insanların kötü ve zayıf yanlarını görmemesi gibi sofi de vahdet-i vücut halinde sadece Allah’ı düşündüğü, bütün varlık âlemini yok hükmünde bildiği için O’nun yarattığı her şeyi de sevmekte ve hayran olmaktadır. Varlık âlemindeki zıtlıkları ayırmaya ve onlara karşı şeriatın emrettiği zıt duygular duymaya güç ve takat bulamamaktadır. İlahi aşkı ve sevgisi buna mani olmaktadır. Çünkü varlık âlemini, insanları, kendisini hayal, gölge mesabesinde görmekte, onlara gerçek birer varlık hüviyeti verememekte, Allah’a olan aşkı ve sevgisi nedeniyle zıtları da aynı oranda sevmektedir. Bu hal tıpkı içki içip sarhoş olan bir kişinin aklı muhakemesini yitirmesi sonucu içerisinde bulunduğu sevinç hali nedeniyle herkese sarılması ve herkesi öpmek istemesi gibi bir durumdur. Çünkü sarhoş herkesi kendisi gibi sevinçli görmekte, içerisinde bulunduğu sevinç duygu ve coşkusunu herkese ayrım gözetmeksizin yaymakta, yansıtmakta, onların da kendisi gibi sevinçli bir duygu ve coşku seli içerisinde olduğunu varsaymaktadır. İmam-ı Rabbani Hazretlerine (k.s.) göre, bu bir hal olduğu ve düşünce olmadığı için hal sahibi sofi bundan sorumlu tutulmamaktadır. Allah indinde de mazurdur. Ama bunun hal sahibi olmayan kişiler tarafından söze dökülmesi ve bir düşünce olarak savunulması din dışı bir durumdur, zındıklıktır. Allah göstermesin insanı dinden çıkarır. Küfre götürür. İmam-ı Rabbani Hazretlerine (k.s.) göre hal sahiplerini bu sözlerle taklit edenler de küfre düşerler. Bunlar sofi oldukları halde böyle bir hali gerçekte yaşamamaktadırlar. Ama hal sahibi sofinin Allah indinde bundan mazur olduğunu demin belirttik.

    Sofi her zaman halinin kıymetini bilmeli, muhafaza etmelidir. Çünkü manevi seyrinde bu ilahi sarhoşluk ve muhabbet bir sermayedir, ama buna şeriat karşısında zerre kadar kıymet vermemeli, bunun düşüncesinin de küfür olduğunu, insanı ebedi olarak cehenneme götüreceğini bilmelidir. Elinden geldiğice de bu hali söze dökmemeli, bundan sakınmalıdır. Allah (c.c.) indinde önemli olan şeriattır. İmam-ı Rabbani Hazretlerine (k.s.) göre, tarikatın da, hakikatin de, marifetin de amacı şeriattır. Bahaeddin Nakşibendiyye Hazretlerine (k.s.) göre, tarikat ve tasavvuf yolunun amacı şeriatın özet ve öz olarak söylediği şeyleri ayrıntılı bir şekilde açıklamak, hükümlerini de keşfi bilgi ile doğrulamaktır. Başka bir şey değildir. Allah (c.c.) bu tür tasavvufi hallerden asla razı olmaz. Allah sadece ilahi emirlerinin yerine getirilmesinden razıdır. Kullarının onları yerine getirmesini ister. Temeli tevhide dayanan tasavvuf ve tarikatın da böyle düşüncelerle, yani küfrün ve imanın bir ve eşit olduğu türünden düşüncelerle, uzaktan yakından bir ilgisi yoktur. Bu tevhid-i ef’al, tevhid-i sıfat, kısacası vahdet-i vücut hallerinin amacının da sofiyi fenafillâha, bekabillaha götürmek olduğunu, amaç değil araç olduklarını ilk yazımızda belirtmiştik.

    Rüyada bir kişinin oğlu ile cima etmesi iyi bir anlama gelir. Ona ilmini, gücünü, ahlakını vermesine, ayrıca evlatları içerisinde kendisine en çok benzeyecek olanına işaret eder. Her baba da zaten bunu ister. Çünkü evlat sahibi olmakta en birinci etken olan düşünce, insanın kendisini her yönü ile temsil eden varislere ve temsilcilere sahip olmak ve onları çoğaltmaktır. Ama gerçek hayatta bir babanın oğlu ile cima etmesi en çirkin ahlaktır ve en korkunç suçtur. Böyle bir babanın yeryüzünde varlığı bile insanı dehşete düşürür, iğrendirir. Ayrıca böyle bir baba, bu sapıklığı ile oğlunu da manevi olarak öldürmüş demektir. Yani rüyada babanın yaptığı cima oğluna ruh ve can verirken gerçek hayatta yaptığı cima oğlunun maneviyatını katletmektedir. Bunun gibi, haller de rüyalara benzer. Haller, rüyalar gibi birtakım anlamlara sahiptirler. Ama gerçek hayatla hiç bir ilgileri yoktur, olmamalıdır. Gerçek hayatta geçerliği olan şeyler, ilahi kanunlardır. Bunlar da Allah’ın kelamı olan Kuran-ı Kerim ile peygamberimizin (s.a.s) sünnetidir. Hallere ilahi kanunlar karşısında değer veren birisi, Allah göstermesin, rüyada örneğini verdiğimiz durumu gerçek hayatta gerçekleştirmek gibi çok korkunç ve iğrenç bir duruma düşebilir. İşte tevhid-i sıfat hali gereği mümin ile kâfiri bir, aynı görüp de bunu dile getiren sofi de rüyadaki durumu gerçek hayatta işleyen kişi gibidir. Çok korkunç ve vahim durumlara yol açabilir. Hele onu bu hal nedeniyle taklit edenleri ise doğruca sapıklığa ve azgınlığa sevk eder. Dünya ve ahretlerini karartır. Onun için arifler, bu yolun büyükleri, tasavvuf ve tarikat yoluna girip de mürşidi olmayanın mürşidinin şeytan olacağını söylemişlerdir. Şayet esaslı bir yol gösterici, yani bir mürşid-i kamil olmazsa yaşanan haller insanları nefsin ve şeytanların kışkırtmaları ile mutlaka yoldan çıkaracaktır. Onların vahdet-i vücut gibi temeli tevhide dayanan bir kavrama yanlış ve sapkın çeşitli anlamlar yüklemelerine, İslam’ın özü olan tasavvufu şirkle, küfürle bağdaştırmalarına neden olabilecektir. Maalesef tasavvuf ve tarikat kavramlarının kötü anlamlara çekilmesinde en çok bu durum etmen olarak rol oynamaktadır.

    Vahdet-i vücut halini sadece sofiler mi duyar? Vahdet-i vücut halini tasavvuf ve tarikat yoluna girmeden de yaşamak mümkün değil midir? Bazı tasavvuf ve tarikatla uzaktan yakından ilgisi olmayan sanatçıların roman, hikâye, şiir gibi eserlerinde tevhid-i sıfat (örneğin imanla küfrü bir görme) ve vahdet-i vücut (örneğin kişiye veya bütün varlığa ilahi bir anlam yükleme) hallerine ilişkin ifadelerini nasıl değerlendiriyorsunuz?
    Tevhid-i sıfat, vahdet-i vücut gibi üst düzey manevi halleri sıradan insanların, sanatçıların yaşamaları imkânsızdır. Onlar sadece düşünsel ve felsefi temelden bu halleri yalan yanlış algılarlar. Nefs-i emmare düzeyinde de yaşarlar. Kaldı ki tasavvuf ve tarikat yoluna giren sofilerin de belki on binde birisine ancak bu halleri yaşamak nasip olur. Gerçi tevhid-i ef’al hali öyle değildir. Kadere imanın da bir rüknünü kapsadığı için -hayır ve şer Allah’tandır- tasavvuf ve tarikat yoluna girer girmez tevhid-i ef’al hali sofiyi etkisi altına alır. Ama tevhid-i sıfat ve vahdet-i vücut halleri enfüsi ve afaki âlemleri geçtikten, letaifler açılıp değişik renkteki nurları görüp nurlar âlemine vasıl olduktan epey sonra gerçekleşir. Yani Nakşibendiyye tarikatında durum böyledir. Bunlar da mutmaine nefse ulaşmadan önce meydana gelir. O zaman sofi şeytanların hücumlarından ve zulümlerinden de kurtulduğu için Allah’a karşı olan şevki ve aşkı artar. Murakabe-yi akrabiyyet ve murakabe-yi muhabbetlerin tesirleri ile ilahi bir aşk ve sarhoşluk hali yaşamak söz konusu olur. İşte hakkında gürültüler koparılan, tartışılan, eleştirilen, pek çok insan tarafından nefs-i emmare boyutuyla benimsenen bir konu olan tevhid-i sıfat ve vahdet-i vücut halleri o zaman yaşanılmaya başlanır. O da, bu haller, üst düzeydeki bazı sofileri etkisi altına bile alamaz. Yani bu tür bir hal ancak evliyalık yolunda olanların pek azına nasip olur. Sofi şeriatı ölçü olarak elinde bulundurduğu sürece olumsuz bir etkiye de yol açmaz. Onlar da bunları gizlemek zorundadırlar. Bu tür halleri söylerlerse vebal altına girerler. Bunu da genellikle bilirler. Ayrıca şeriat karşısında bu tür hallerine de zerre kadar değer vermezler. Verirlerse o halden bir üst hale yükselemezler, gayelerine de varamazlar. Mürşid-i kâmiller her zaman bu konuda sofilere uyarı yaparlar.

    Vahdet-i vücut ve onun ara basamakları sadece birer haldir. Bunların söze dökülmesi, hele hele bir düşünce olarak ele alınması son derce yanlıştır. İnsanı dinden çıkarır. Sofileri bu yönüyle taklit etmek, onların bu tür sözlerine benzer sözleri eserlerinde bir düşünce ve felsefi görüş olarak yer vermek doğru değildir. Bunlar, Allah göstermesin, insanı küfre götürür. İmam-ı Rabbani Hazretleri (k.s) bu tür sözlerle sofileri taklit edenlerin küfre düşeceklerini Mektubat’ında mükerreren belirtmiştir. Sofiler yaşadıkları bu hali, yani tevhid-i sıfat, vahdet-i vücut gibi halleri şeriat karşısında değer verip dillendirirlerse, etrafa yayarlarsa şeriatla çatıştıkları için zarar görürler. Halleri nedeniyle Allah indinde mazurdurlar ama böyle yaparlarsa daha yukarı makamlara çıkamazlar, ileri halleri yaşayamazlar. Maksada ulaşamazlar, maksattan mahrum kalırlar. Tasavvuf ve tarikat yolunun amacı Allah rızasıdır. Onlar için tek ölçü ilahi kanunlar olmalıdır. Çünkü Allah (c.c.) ancak ilahi kanunlardan razıdır. Yoksa istidraca da düşebilirler. Yani o haller şeriata dikkat edilmediğinde bir takım şeytani halleri de davet edebilir. Allah (c.c.) o kişiye ilahi bir mekir (hile, oyun) kapısı açabilir.

    İnsan daima içerisinde bulunduğu hali savunur. Tasavvuf ve tarikat yoluna intisap etmemiş insanlar genellikle nefs-i emmare seviyesindedir. Nefs-i emmare kötülükleri ve haramları işlemeğe can atan ve onları işlemek için her şeyi yapabilen nefis makamıdır. Bundan dolayı nefs-i emmare sahipleri vahdet-i vücut kuramına dört elle sarılır. Zira nefs-i emmare sahipleri tasavvufun İslam’ın özü olduğunu bilir. Haramları vicdani bir rahatsızlık duymadan işlemek için tasavvufi kavramları kendi hayat ve mantık sistemlerine göre düzenlerler, onlara yeni anlamlar yüklerler. Tasavvufi kavramlar da buna çok müsaittirler. Çünkü çoğu akılla ve mantıkla kavranamaz. Yaşantıyla ve halle anlaşılabilir. Panteizm bu şekilde doğmuştur. Bunlara göre, varlık âlemi ile Allah birdir. Dolayısıyla her şey Allah’tan bir parçadır. Dinler arasında da ayrım söz konusu olmamalıdır. Hele şeriatın haram helal daireleri son derece saçmadır. Kalpler kırılmadıktan sonra her şey mubahtır. İçki içmek, zina etmek başkalarını rahatsız etmedikten sonra günah değildirler. Kâfir ve mümin ayrımı da abestir. Dünyada sadece farklı kültürler vardır. Bunlar da Allah’tan birer parçadırlar. İşte nefs-i emmarenin günahları ve haramları rahatlıkla ve kolayca işlemek için tevhid-i sıfata ve vahdet-i vücuda verdiği anlamlar budur. Bu nefis türü de başkasında değil her birimizde vardır. Çünkü nefis emmare düzeyinde iken ilahi kanunlarla bağlanmak istemez. Özgürlüğe ve bağımsızlığa tutkundur. Onun için de her şeyi arzu ve isteklerine göre yorumlar ve anlamlandırır.

    Maalesef pek çok sanatçı da roman, hikâye, şiir vb. eserlerinde tasavvuf ve tarikat kültürü, hususiyle vahdet-i vücut diye nefs-i emmarenin istek ve arzularını konuşturur. Varlık âlemine panteist bir yaklaşımı, nefs-i emmarenin arzu ve isteklerini güya tasavvuf ve tarikat kültürü ile en çok da bu vahdet-i vücut anlayışı içerisinde ortaya sererler, savunurlar. Örneğin söz konusu eserlerde evlilik dışı bir ilişki, yani şeriatın zina olarak adlandırdığı büyük günah olan bir ilişki, içki içme tasavvufi kavramlarla, hususiyle vahdet-i vücut düşüncesi ile ilahi aşka bir köprü (Klasik esrelerimizi, hususiyle Leyla ve Mecnun’u kast etmiyorum, o eserler şeriata saygı sınırı içerisinde yazılmışlardır.) ve kıvılcım gibi gösterilir, yüceltilir. Ne yazık ki ülkemizde, hem de en çok okunan eserler, tasavvufu, hususiyle vahdet-i vücudu böyle yozlaştırmışlar, insanların kafasında yanlış bir inanç ve bozulmuş bir tasavvuf ve tarikat kültürü meydana getirmişlerdir. İlahi dinlerin bozulması gibi tasavvuf ve tarikat kavramları da maalesef nefsin ve şeytanların oyuncağı haline getirilmiştir.

    Elbette tasavvuf ve tarikat yolu herkese hitap etmez. İslam dini tasavvuf ve tarikat yolundan ibaret değildir. Ama tasavvuf ve tarikat yolunun da doğru bir şekilde anlatılması ve anlaşılması gerekir. Liselerde edebiyat derslerinde tasavvuf ve tarikat konusunda verilen yalan yanlış ve eksik bilgiler, bu tür roman, hikâye ve şiirlerin de olumsuz etkileriyle insanların zihinlerinde tasavvuf ve tarikat kavramlarını tamamen yozlaştırmakta, tanınmaz bir hale getirmektedirler.

    Allah (c.c.), hak dinini dosdoğru anlamayı, yaşamayı ve rızasını kazanacak yolları nasip eylesin. Âmin.
    Muhsin İyi

  4. Paylaşımını için teşekkür ederim.

    https://twitter.com/#!/Alperengurbuzer

Bir Cevap Yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir