Ana Sayfa » Genel » Nebi ve Rasul

Nebi ve Rasul

NEBİ VE RASUL
ALPEREN GÜRBÜZER

Peygamberlik Allah vergisidir. Zira peygamberler erkek olup cinlerden peygamber seçilmemiştir, bizim gibi beşerdirler. Sıcaklık, soğukluk, hastalık, susuzluk, çile vs. onlar için de geçerli. Dünyada en çok çileye maruz kalan onlardır zaten. Kimi din uğruna öldürülmüş, kimi testere ile biçilmiş, kimi ateşe atılmış, kimi zehirlenmeye maruz kalmıştır. Ayrıca hiçbir Peygamber kötü görünümlü, çirkin yüzlü, kabiliyetsiz, ürkek, yatalak vasıfta kılınmamıştır. Bakın Hz. Eyyub’un (a.s) imtihan gereği vücudunu kurt istila ettiğinde onun o hali bile insanların ondan kaçmasına yol açmamıştır. Bu hususta aksini iddia eden sadece Yahudilerdir. Ki; bu iddiaları tamamen uydurmadır.
Peygamber kavramı farsça olup Arapçada karşılığı Nebi ve Resuldür. Ancak Arapça nebi ve resul kavramıda açıklamaya muhtaç. Şöyle ki; kitap verilenlere Resul, daha önce hükmü kalkmamış mevcut din üzerine irşat eden Peygamberlere de Nebi denir. Resul ve Nebiler bu dünyadan göç etmiş olsalar da Nebilik ve Resullük Zişan’ı öte âlemde de devam eder, fakat yürüttüğü hükümler dünyada kalır. En son âlemlere rahmet olarak gelen Peygamberimiz (s.a.v) hiçbir peygamberin şeriatı üzerinde değildi. Çünkü o hiçbir Nebi’nin ümmeti değildi. Hatta O, Risalet’inden önce de Nebilik makamındaydı, bu yüzden hem Allah’ın Habib-i, hem de Resulüdür O.
Kur’an’da belirtilen Peygamberlerin dışında diğerlerinin sayılarını bilmesekte en azından Allah-ü Teâlâ’nın; And olsun ki senden öncede Peygamber gönderdik. Onların içinden sana kıssalarını bildirdiğimiz kimselerde var (Mü’min, 78) beyanıyla birlikte her ümmetin bir Peygamberi olduğunu idrak etmiş oluyoruz. Derken Peygamberliği vahiyle bildirilen her elçi; ya Nebi, ya da Resul sıfatına haiz oluyor. Her şeyden öte; tüm peygamberler kendi kavmine, Allah Resulü ise bütün ins ve cin âlemine (insanlara ve cinlere) gelmiştir. Dolayısıyla davetine uyan kimselere İcabet-i İmamet, uymayanlara da Davet-i Ümmet denildi. Şu bir gerçek; ister davete icabet edilsin isterse uyulmasın Allah’ın ahkâmı kıyamete kadar baki kalacak elbet. Nitekim Allah-ü Teâlâ; Artık kim İslam’dan başka bir din arayışına girerse, o bulacağı şey kesinlikle kabul edilmeyecektir ve o kimse ahrette hüsrana uğrayanlardan olacaktır (Al-i İmran, 85), Allah katında geçerli olan tek din İslam’dır (Al-i İmran,19) buyuruyor. Hakeza Rasulullah (s.a.v); Canımı elinde tutan Allah’a yemin ederim ki, peygamber olarak gönderildim bu ümmetin Yahudi olsun, Hıristiyan olsun, Allah’ın benimle gönderdiği dine iman etmeden ölen kimse muhakkak cehenneme girecektir (Nevevi, Müslim Şerhi2,186) buyuruyor.
Tüm cihan şahittir ki; bütün Peygamberler hayatta olsaydı Rasulullah’a tabii olurlardı. Zira Rabbimiz; Size verdiğim kitabı ve hükümleri tasdik eden bir peygamber geldiğinde ona mutlaka inanıp yardım edeceksiniz. Bunu kabul ettiniz ve sözü yüklendiniz mi? Peygamberler: Kabul ettik Ya Rabbi dediler. Bunun üzerine Allah: O halde şahit olun, bende sizinle birlikte şahitlik edenlerdenim (Al-i İmran,81) buyurdu. Ayeti celileden de anlaşıldığı üzere tüm peygamberler gıyaben iman ettiler, onun zamanına yetişebilselerdi tabii olup yardımcı olacaklardı. Nitekim Hz. İsa (a.s); Ona yetişen davetine uysun, tabii olsun diye vasiyet etmiştir. Hatta O’nu Faraklit, Ahmed ismiyle andılar, sıfatlarından bahsedip muştuladılar bile.
Peygamberler Allah’ın kontrolünde hareket ederler. Onların verdikleri can, istedikleri canandır, insanları tartışmak yoluyla değil, ikna ederek dine davet etmişlerdir. Davetin ötesinde gerektiğinde mucizeyle de insanların hidayetine vesile olmuşlardır. Şöyle ki; kimi kayadan deve çıkarmakla, kimi alevli ateşin içerisinde gülistan eylemekle, kimi deniz yarılıp yol verdirmekle, kimi hayvanlarla hasbıhal eyleyip konuşturmakla, kimi ölüleri diriltmekle ve en nihayet ayı ikiye bölme ve parmaklardan çeşme misali su akıtmak gibi mucizeler verilerek desteklendi. Bu arada peygamberlere ya unutma, ya yanılma, ya da içtihattan ötürü kaynaklanabilecek zelle türü kınamayı gerektirmeyen bir nebze kusurlarda işletilmiştir. Fakat ardından tövbe etmişler ve böylece Rabbül âlemin tarafından o söz konusu zelle düzeltilmiştir. Zelle bir çeşit kusur diye tanımlanıp, belki de kusursuz kul olmaz sözünün teyidi için peygamberlere kısmi de olsa pay edilmiş. Her şeyden öte onlar her daim küfürden korunmuşlardır, bu yüzden masumdurlar. Kaldı ki Rasulüllah (s.a.v) bile; Ey İnsanlar! Allah’a tevbe ediniz. Şüphesiz ben günde yetmişten fazla Allah’a tevbe ederim (Buhari) beyan buyurarak istiğfar etmeye herkesin ihtiyacı olduğunu vurgulamıştır. Asla Peygamberlerin imar, inşaat, esnaf, ya da ziraat vs. yapmak diye bir yükümlülüğü yoktur, onların asıl görevi tebliğdir. Nitekim Allah-ü Teâlâ’nın; Ey Resulüm! Rabbinden sana indirilen şeyleri insanlığa tebliğ et.. (Maide, 67) beyan buyurmasıyla ilahi hitaba muhatap kılınmıştır. Böylece Efendimiz (s.a.v) hayatı boyunca yüklendiği emanete sadık kalıp insanlığı vahyin ışığıyla aydınlatmıştır.
Tüm Peygamberler üstün zekâ ve akla sahiplerdir. Peygamberlerin Reisi Habibullah ise tüm peygamberlerde mevcut olan sıfatları kendinde toplayıp zirveye çıkan tek nebidir. Peygamberlik verilip alınan bir elçilik değil, devam edip sonsuzluğa uzanan bir lütuftur. Hatta devam eden bir dinin ahkâmı bitmiş olsa bile peygamberlik son bulmuyor. Tıpkı beşeriyet içerisinde sınıf sınıf insan toplulukları olduğu gibi Peygamberler de kendi aralarında derece derecedir. Her birinin kendine has mertebesi vardır. İşte bu mertebenin en tepe noktasında Reisül Enbiya yani Ulü’l Azam Muhammed Mustafa (s.a.v) yer alır, sonra sırasıyla Hz. İbrahim, Hz. Musa, Hz. Nuh derken diğerleri takip eder. Bu yüzden Resulü Kibriya Efendimiz (s.a.v); “Bana benden evvel hiç kimseye verilmeyen beş şey verilmiştir. Bunlar: Bir aylık mesafeden düşman kalbine korku salmak, yeryüzü bana ve ümmetime namaz kılma vasıtası yapılıp, ümmetimden kim namaz vaktine erişirse bulunduğu yerde namaz kılsın diye. Ganimet bana helal kılındı, şefaat yetkisi verildi ve her peygamber kendi kavimlerine gönderildi, ben ise bütün insanlığa gönderildim” diye buyurdular. Hatta Allah-ü Teâlâ; Resulüm biz seni bütün insanlar için müjdeleyici ve uyarıcı olarak gönderdik. Fakat insanların çoğu bunu bilmiyorlar (Sebe, 158) diye beyan buyurarak Habibinin bulunduğu konuma dikkatimizi çekmiştir. Evet, O’nun Risalet’i ebedidir, getirdiği hükümler ise kıyamete kadar devam edip beşeriyetin O’nun nefesiyle soluklanacağına inancımız tam..
Âdem (a.s) yaratılmadan önce Habib-i Kibriya’nın ruhu yaratılmıştı, bundan hareketle o aslında ilk Peygamber sayılır, zahiren de son Peygamberdir. Nitekim Onunla peygamberlik son bulmuştur. Zira Allah (c.c); Resulüm Biz seni ancak âlemlere bir rahmet olarak gönderdik (Enbiya, 107) buyuruyor. Evet, onun nuru önce yaratıldı, bu yüzden O, varlığın özü ve mayasıdır. O hep Dinin merkezinde oldu, kıyamete kadarda yaktığı kandil devam edecektir Çünkü onsuz din olmaz, yaşanmaz da. Öyle ki birçok ulema ahir zamanda Hz. İsa gökten indiğinde onun şeriatıyla amel edeceğini, kabul etmeyen İsevi ve Yahudilerin kılıçtan geçirileceğini ve böylece Kur’an’ül Muciz’ül Beyan kıyamete kadar korunacağını bildiriyor. Zaten Peygamberimizin bir hadisi Şerifinde;: İsrail oğulları peygamberi yönetip idare ederdi. Bir Peygamber vefat ettiği zaman başka bir peygamber gelirdi. Benim ümmetimin durumu ise böyle değildir. Benden sonra hiçbir peygamber gelmeyecek fakat halifeler bulunacak, sayıları da çok olacak (Buhari), ..Onlar hakkı izhar ve ispatta muvaffak olacaklardır (Buhari) buyurması bunu teyit ediyor.
Tüm Peygamberlere ilaveten peygamber olduğu düşünülen, ya da veli oldukları söylenen Hz. Zülkarneyn, Hz. Üzeyir, Hz. Lokman gibi hak öncüleri de var. Hakeza Hz. Hızır’da bu neviden olup veli bir kuldur. Ancak Hz. Meryem Peygamber değildir, o sadece kendisine ilham verilmiş bir Saliha hatundur. Sonuçta ister vahiy yoluyla, ister ilham yoluyla irşat misyonu yüklenmiş tüm öncüler yaşadıkları dönemlerde bataklık içerisine saplanmış insanların kurtuluşuna vesile olmuşlardır. Bilhassa bu konuda Allah-ü Teâlâ; Hiç şüphesiz Allah, içlerinden kendilerine ayetlerini okuyan, onları temizleyen, onlara kitap ve hikmeti öğreten bir peygamber göndermekle ne büyük bir lütufta bulunmuştur. Hâlbuki onlar, daha önce apaçık bir sapıklık içinde idiler (Al-i İmran 164) diye beyan buyurmuşta.
Genellikle şefaat denilince akla hep peygamberler gelir. Çünkü şefaat darda kalanı kurtarmak olduğundan böyle düşünülmesi doğru olup, haktır. Aynı zamanda şefaat Allah’ın sevdiklerine verdiği bir yetkidir. Nitekim ehlisünnet kaynaklarına baktığımızda; Mahşer günü insan derdine merhem olacak birileri arar, önce Hz. Âdem’e başvurulur, Âdem (a.s)’da başka bir peygamber’e gönderir. Derken en son Resulü Ekrem’e kadar uzanan bir havale zincire şahit oluruz. O zaman Allah’ın Habib-i secdeye kapanır ve Yüce Mevla’mız: “Ey Muhammed! Kaldır başını şefaat et, iste istediğin verilecek” der (Buhari). İşte her Peygamber değim yerindeyse duasını dünyada kullanıp kredisini tüketmişken, Rasulullah (s.a.v) bulunduğu Makam-ı Mahmut noktasında tam yetkilerle donatılmış olması hasebiyle bu hakkı ahrete saklayıp ümmetin kurtuluş ışığı olmuştur. Ve Allah’a şirk koşmadan ölen bir müminin bu şefaate ulaşacağını müjdelemiştir (Tirmizi).
Ayrıca Efendimiz(s.a.v); Benim şefaatim ümmetimin büyük günah sahipleri için olacaktır buyurmuştur (Ebu Davud). Hakeza Allah (c.c); Şefaat sadece kâfirler ve küfrü yayan zalimler için yoktur. Onlara yakın dostlarınızda bir faydası olmayacaktır (A’raf 53, Gafır 18) buyuruyor. Demek ki; şefaat haktır. Hatta Nebiler ve Resuller bile O’nun şefaatine mazhar olacak, imanı olmayanlar ise şefaatten yoksun kalacaklardır.
Malum şefaatin akabinde Sırattan ilk önce Efendimiz ve ümmeti geçecektir. Sıratın kılıçtan keskin kıldan ince denmesi mecazidir, yani yokuşu bir senelik, inişi ise bir senelik ifadesinden ötürü kinayedir. Her neyse sırattan geçenler Kevser sularında ab-ı hayat bulacaklardır. Bundan dolayı Allah-ü Teâlâ; “Hiç şüphesiz biz sana Kevser’i verdik” (Kevser, 1) buyurmakta. Bilindiği üzere Efendimiz (s.a.v) daha önceden Kevser’i Miraçta görmüştü. Böylece Miraç yolculuğunda Cibril Emin tarafından; Bu Rabbinin senin için hazırladığı Kevser’dir (havuz) diye bilgilenmiştir.
Velhasıl; Resulü Ekrem gördüklerini şöyle dile getirmiştir;
Her Peygamberin bir havuzu vardır. Hepsi havuzlarının başına toplanan ümmetlerinin çokluğu ile övünürler. Havuzu başında en çok ümmeti bulunan peygamberin ben olacağımı ümit ediyorum (Tirmizi), Havuzum Cennettedir. Ondan bir defa içenler ebediyen bir daha susamazlar (Buhari)
Ne diyelim, İnşallah o Kevser’den kana kana içenlerden oluruz.
Vesselam.

Hakkında: dedekorkut1

İlginizi Çekebilir

Surelerin Sıralı Olarak Listesi

Surelerin Sıralı Listesi Namaz Surelerinin Sıralanışı Kuranı-ı Kerim’de Fatiha suresinden Nas suresine doğru bir sıralama …

Bir Cevap Yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir