Ana Sayfa » Genel » Özgürlük Meşalesi İnsan Ruhunda

Özgürlük Meşalesi İnsan Ruhunda

ÖZGÜRLÜK MEŞALESİ İNSAN RUHUNDA

ALPEREN GÜRBÜZER

İnsan sanıldığı gibi karınca veya arı misali sosyal varlık değil, bilakis bireysel özelliği ve tutku özgürlük yönü çok daha ağır basan bir varlıktır. Şöyle ki;
Akıl daha çok genellemelerden hareket ettiğinden kolektiftir, zekâ ise doğup, büyüyüp olgunluğa doğru ilerledikçe kesrette vahdeti (çokluk içinde birliği) keşfeder. Dolayısıyla bu noktadan hareketle zekâ ferdidir diyebiliriz. Zira zekânın bireysel özelliğinden dolayı ideal toplum şimdiye kadar henüz gerçekleşememiş ama ideal insan veya deha şahsiyetler tarihin her evresinde bir şekilde ortaya çıkabilmiştir.
Tüm sahte mabutlar, insan zekâsının ürünü olmayıp, aslında toplumun ürettiği semboller olarak karşımıza çıkmakta. Bu noktadan baktığımızda Ebu Cehil bunun tipik misali zaten. Malum Ebu Cehil tümden gelimci metotla veya atalarının kabullerinden hareketle sürekli çokluk deryasında vahdeti arayan insanlara karşı mücadele vermiş biridir. Derken müşrikler atalarından devr aldıkları kabullerle BİR’in etrafında halka oluşturan insanları kendi elleri ile inşa ettiği putlara tapmaya zorlamışlardır. Hatta bununla da kalmamışlar insanlığı kana bulamışlardır. Tabi bunu yaparken de ilk evvela bireyin zihnini çalmaya, sonrada bedenine hükmedip tüm sinsi planları yürürlüğe koymuşlardır. Bugün de aynı anlayış değişik metotlarla, değişik mecralarda devam etmektedir. Bir başka ifadeyle dün ata dini diye dayatılan öğretiler, bugün pozitif bilim maskesi altında veya başka isimler altında dayatılmaktadır. Hatta bu uğurda cinayetler işlenerek ferdin özgür iradesi yerle bir edilmektedir.
Dahi olmak ya da dehalık ferdiyetle alakalıdır, muhafazakârlık yahut tutuculuk ise topluma (kolektivizme) endekslidir.
Kolektivist duygularla hareket edenler varsa yoksa birtakım sembollerle tavır koymaktalar, ya da sınırlı olan eşyaya köle olmak gibi tercihleri dayatmak peşindedirler. Üstelik bu tür girişimler tümdengelimci dürtülerin yansıması olarak karşımıza çıkıyor. Durum böyle olunca ortada konuşan bireyler değil semboller ve donuklaşmış akıllar sahne alıyor. Bu noktadan sonra ister istemez toplum tabulaştırılamaz fikri haklılık kazanıyor.
Malum, Peygamberimiz (s.a.v) Kelime-i Tevhide sadece Allah’ın kulu ve elçisiyim ibaresini eklemesiyle birlikte özgürlük ateşini yakıp insanlığı tüm sahte mabutların zincirinden kurtulmaya çağırmıştır. Bu çağrı aynı zamanda kula insanlığını hatırlatmaya yönelik duyurudur. Nasıl çağırmasın ki, bir kere maddecilik hürriyet değildir, hür olan ancak insanın ruhu ve zekâsıdır. Belki tüm totaliter diktatörler insanın bedenine hükmedip pranga vurmaya muvaffak olabilirler, ama düşüncelere pranga vurmak çok zor. Keza insan ruhu da öyledir, ruhunda özgürlük ateşi alevlendikçe maddenin esaretine isyan eder. Allah bu yüzden insanı eşyadan manaya yükseltecek bir sinir sistemi ağıyla donatmıştır. İşte bu ruhi zekâ donanım sayesinde çok sayıda konuşulur dil ve yazılar ortaya çıkmıştır. Nitekim Yüce Allah Kuran’ı Kerimde “ Ve Âdem’e her şeyin ismini öğretti, sonra onları meleklere gösterdi, ‘Eğer sözünüzde samimi iseniz bunların isimlerini Bana söyleyin’ dedi. Cevap verdiler: Sen münezzehsin, öğrettiğinden başka bizim bir bilgimiz yoktur. Şüphesiz Sen hem bilensin, hem Hâkim’sin” (Bakara suresi, ayet 31–32) beyan buyurmaktadır.
Belli ki, ilim, teknoloji vs. her şey vahdete (Bir’e) giden yolda araç, asla amaç değildir. O halde eşyada özgürlük ateşi bulmaya çalışmak peşin peşin intihar etmeyi kabullenmek demektir. Zira madde tâ baştan insan ve tüm canlı âlemin hizmetine amade kılınmak için yaratılmıştır. Bundan da öte tüm mahlûkat içerisinde eşrefi mahlûkat ilan edilen tek varlık insandır. Bu yüzden her şey insanın hizmetine sunulmuştur. Şayet insan eşyaya amaç gözüyle bakıp onlardan yardım beklentisine girseydi koyun misali sürüleşip güdülmekten kurtulamayacaktı. Böylece özgürlüğü gerçek manada tadamayacaktı.
İnsanlık başlangıçta toplum düşüncesine yenik düştüğü halde, yaşadığı birtakım olaylardan ders almış olmalı ki; zaman içerisinde eşyanın dilini çözmeyi başarabilmiştir. Bu arada insan eşyanın dilini çözdükçe kendi sübjektifliğini dışa yansıtıp ferdi düşünceyi keşfetti. Sübjektif yönü geliştikçe de vahyin soluğuyla kendini ifade etmeyi öğrendi. Hatta Allah’a kulluk ettikçe de sahte mabutların zincirinden kurtulup özgürlüğün ne demek olduğunu anladı. Demek ki özgürlüğü tercih etmemizin nedeni zekâmızın sübjektif yansımasıdır. Zira ‘Her şey O’ndan geldi, yine dönüş O’nadır’ ilahi hükmü bunu teyit ediyor. Madem dönüş O’na, sahte mabutlarla oyalanmak niye.
Duyumlar düşünceyi, düşünceler şuuru, şuurda idraki meydana getirir. Madde duyularımızda somutlaşmayı, ruh ise soyutlaşmayı ifade eder. Beden somut varlığın dış gözü, ruh ise idrakimizin iç gözüdür. İşte bu gözler eşleğinde duyularda maddeyi, şuurda ise ruhu buluruz. Zaman kavramı bile şuur içerisine kodlanmış. Bir başka ifadeyle zaman ‘Ol’ emri doğrultusunda her dem ve her salise yorulmadan hızla ötelere akıp giden bir boyutumuz.
Bir başka husus, malum insanın iradesini ortaya koyacak donanımla yaratılmış olma gerçeğidir. Tabii bu durumda zihnimize; madem öyle irademizin farkına nasıl varıyoruz sorusu takılır. Bu soruya verilecek tek cevap; şuur sayesinde elbet. O halde iradeyi şuurlu yönelişimizin adı diye tarif edebiliriz. Anlaşılan kritik etme, kendini bilme, pozisyon belirleme, sorumluluk gibi olgular şuur sayesinde gerçekleşmekte. Dahası insanın nefis muhasebesi yapması da şuur sayesinde gerçekleşiyor. İnsanı zaten diğer canlılardan ayıran en belirgin farkı şuur sahibi olmasıdır.
Şu da bir gerçek; âlemde kendini sorgulayan tek varlık insan. Zaten sorgulama bilinci olmasa vay halimize. Çünkü hayvanlardan ve bitkilerden farkımız kalmayacaktı. Bu durumu fark ettiren Allah’a ne kadar şükretsek azdır. Tabi fark ederken de mutlak varlığı ne somut veriler, ne de soyut veriler temsil eder. Söz konusu veriler yukarıda da bahsedildiği üzere mutlak varlığa giden yolda sadece araç vazifesi görürler. Dolayısıyla gerek dünyada gerek rüya âleminde muhatap olduğumuz tüm nesnel araçlar aslında zihnimizde var olan görüntülerden başka bir şey değildir. Nitekim gerçek hayatta herhangi bir fiziki darbeden ötürü çektiğimiz sızıyla rüya âleminde aldığımız darbe arasında hiçbir fark yoktur. Bu durum dış dünyanın tamamen zihnimizde canlanan algılarıdır. Her ne kadar görünen köy kılavuz istemez dense de gerçek şu ki; gördüğümüz her şey ister rüyada olsun, isterse gerçek hayatta olsun sonuçta her biri bir algı yansımasıdır. Mümkün olsa da yaşanan bir dizi olayları tıpkı elektrik hatlarında olduğu gibi birçok kişiye paralel bağlanabilse görülecekti ki; bağlantı yapılan insanlarda aynı elem, aynı his, aynı mutluluk gibi bir dizi eylemler zincirini yüreklerinde aynı anda topluca hissedeceklerdi. Birisinin ayağına diken batsa diğer sinirleri paralel bağlananlarda aynı şiddette canı yanacaktı. Tüm canı yananlara sorduğumuzda hepsi koro halinde “Eh, işte ayağımıza diken battı da böyle oldu” cevabını vereceklerdi. Oysa ortada diken miken yok, sadece idrak algılaması var. Yani ortada maddi bir görüntü varmış gibi davranırız. Bu örnekler bize gösteriyor ki; beynimizde görüntülenen her şeyin bir nesnel karşılığı yok, sadece idrak algılaması var. İşte algılamasını “Her şey O’ndan geldi yine dönüş O’nadır” düsturuna göre ayarlayan insan eninde sonunda mutlak varlığın sadece Allah olduğunu idrak etmiş olacaktır. Belli ki, büyükler boşa dememiş “yalan dünya” diye. Meğer yaşadığımız hayat aslında bir hayalden ibaretmiş. Yunusun değişiyle “Malda yalan, mülkte yalan, var biraz da sen oyalan” dediği şey beş duyunun dünyası değil, idrak algımızın dünyasıdır. Şöyle ki;
Madde elle tutulan, gözle görülen şeklinde tarif edilse de kazın ayağı hiçte öyle değil, gelinen nokta itibariyle maddenin de somut olmadığı ortaya çıkmıştır. Çünkü madde sandığımız birçok şey beynin arka kısmında karanlık bir noktada seyrettiğimiz görüntülerdir. Dahası bu görüntüleri bize ruh penceresinden seyrettiren gizli bir güç var. Dolayısıyla madde sandığımız hayale takılmadan onu da aşmak gerekir ki hayalin kölesi olmaktan kurtulabilelim. Bakın cümle Peygamberler, bırakın maddi ve manevi âlemi aşmayı, bunların ötesinde Mutlak Var’a yönelmeye gayret etmişlerdir. Var olan bir hakikat var, o da İmam-ı Rabbani Hazretlerinin de buyurduğu gibi; “Gerçek manada dış dünyada Allah’tan başka yoktur” ifadesinde sezilen Mutlak varlıktır. Kelimenin tam anlamıyla her şey fani, baki olan Allah’tır.
Yokluk konusuna gelince, malum olduğu üzere yokluğun bilinmesi imkânsızdır, dahası yokluktan en ufak bir bilgi kırıntısı ya da karine dahi bulmamız mümkün değildir.
Belli ki Hz. Mevlana; Hayvan hayvanlığı ile, insan insanlığı ile, Melek melekliği ile kurtuldu derken her yaratılanın belirli programa tabi tutulup kodlandığını ortaya koyuyor. Ehlisünnet akaidi bu yüzden insan iradesini, iradeyi külliye içerisinde iradeyi cüziye olarak tarif eder. İrade aynı zamanda şuur kaynaklı tercihlerin yansımasıdır. Her şeyden önce Allah insan iradesini şuurlu tercih yapabilecek donanımda yaratmıştır. Bu arada Allah’ın iradesi bizim irademiz gibi değil, kayıtsız şartsız insan idrakinin üstünde bir irade olduğu gerçeğini de unutmamamız gerekir. Nitekim insan iradesi izafi olup duyu ve şuur verileri adı altında iki ana eksen üzerine bina edilmiştir. Şöyle ki;
Duyularımız zekâya maddeyi aşılar, şuurumuz ise manayı,
Duyu zekâya sınırlılığı telkin eder, şuur ise sonsuzluğu,
Duyularımız esareti ve köleliği teşvik eder, şuur ise özgürlüğü,
Duyular sebeplerle oyalanır, şuur ise ulvi gayeye yönelip çokluk içinde birlik sevdasıyla gerçek hürriyeti tatmanın derdindedir.
İşte bu ve buna benzer daha birçok örnekler sıralayabiliriz. Demek ki; duyular yaratılana itibar eder, şuurumuz ise Yaratana hayrandır.
Alıcılarımız ister duyulara kulak verir, isterse şuura, irade bunun için var zaten. Şuur kontrolden çıkarsa doyumsuz isteklerin esiri olmak an meselesi. Allah korusun bu durum gerçekleştiğinde insanlık bilincimizin iflası demektir.
Kur’an’da insana ruh hakkında çok az malumat verildiği beyan edilir. Dolayısıyla içeriğini tam olarak bilemediğimiz ruh hakkında iç aydınlık demekle yetinmek zorundayız. Allah-ü Teâlâ “Ve sana ruhtan sorarlar, onlara deki Rabbinin emrindedir”(İsra–85) buyuruyor çünkü.
Varlık âlemi âlimlerin dilinde Âlem-i Halk, Âlem-i Emr ve Âlem-i Zat (Hak) olarak tasnif edilir. Gerek Âlem-i Mülk gerekse tüm kâinatta cereyan eden eylemler üç boyutun sınırları içerisinde gerçekleşir, dolayısıyla yeryüzü ölçülebilir âlemdir. Âlem-i Emr’de üç boyutun dışında keyfiyet yüklü alanı kapsayan nurani âlem demektir. Âlemi Hak ise bütün bunların ötesinde aklın kavramaktan aciz kaldığı Mutlak varlığın ta kendisi, yani her yerde hazır ve nazır olan Yüce Mevla’mıza has bir sıfattır.
Ne maddedeki mekanizm, ne bitkideki tropizm, ne de hayvandaki içgüdü melekeleri ruhi hayatı tarif edebilir, zaten karşılığı da değil. Üstelik bu sıraladığımız unsurların hemen hemen her biri insanda mevcut, bunlara ilaveten insana nurani letaiflerde verilmiş. Muhyiddin Arabî; bu noktada ‘İnsan çamurdan yaratılan dünyanın cilası olmuştur’ derken buraya işaret etmiştir. Materyalistler kendini duyulara endeksleyerek şuuru inkâr ediyor, oysa insan sonsuzluğa vurgun. Nasıl ki Mimar Sinan’ın elinde taş mana kazanıp medeniyet nişanesi oluyorsa, aynen öyle de şuurun kontrolünde insan bedenide nurani letaifleri ile Mutlak varlığa gidilen yolda manaya dönüşür.
Velhasıl; İnsan maddeyi işleyerek manaya yol alır. Manayı kazandıkça özgürlüğünü ilan eder. Çünkü özgürlük meşalesi insan ruhunda gizli…
Vesselam.

Hakkında: dedekorkut1

İlginizi Çekebilir

Surelerin Sıralı Olarak Listesi

Surelerin Sıralı Listesi Namaz Surelerinin Sıralanışı Kuranı-ı Kerim’de Fatiha suresinden Nas suresine doğru bir sıralama …

Bir Cevap Yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir