İLİM GERÇEĞİ
ALPEREN GÜRBÜZER
İnsan, daha dünyaya ilk adım atar atmaz ilimle tanışıyor. Nasıl mı? Bakınız, hayat yolculuğunda ilk ders, kulağa ezan ve kamet okunmasıyla başlamakta. Müslüman anne ve babanın, çocuğun kulağına ezan ve kamet okuması, ilmin ilk kapısıymış meğer. Peygamber (s.a.v.)’e gelen ilk vahiy de “oku” emridir zaten. Demek oluyor ki, ilim her şeyin başı, onsuz bir yere varılamaz da.
Selman-ı Farisi Hz; “Dünyada mal çokluğu ve evlat çokluğu ile övünmek marifet değildir. Asıl marifet ilmin faydası ve ilmin çokluğudur” diyor. İnsan “zahiri ilmi” bitirdi mi, hemen yeni bir sayfa açmalı, yani “ilmi batına” geçmeli. İlim deryasında yüzebileceğimiz kadar, olanca gücümüzle yüzmek gerekir. İlim tahsil eden bir insan, eninde sonunda tam âlim olamasa bile âlim olma vasfına aday olup Resûlüllah’ın (s.a.v.) şu hadisi şerifine muhatap olacaktır: “Âlimlerin eti zehirlidir”. Gerçekten de, onların zahirleri öldürücü zehir gibi, içleri ise felah ve nur kaynağıdır. Şah-ı Nakşibendî (k.s.) büyük bir âlim, aynı zamanda Evliyaullah’ın pirlerindendir ve der ki: “Biz ümmeti Muhammed’e zarar veremeyiz, ama kınından çıkmış kılıç gibiyiz; onlar gelip kılıca çarparlar.” Bahaüddin Nakşibendî (k.s.)’nin sözlerinden de anlaşıldığı üzere, âlimler (ilmiyle amil olmuş âlimler) kınından çıkmış kılıç gibidirler, buna rağmen kimseye zarar vermezler. Eğer onlara münkirlik yapıp ya da aleyhlerinde dedikodu yapmaya devam edilip haklarına tecavüz edilirse, artık bu noktadan sonra yapılacak bir şey kalmaz, öyle ki bu aklıevveller için acı son kaçınılmazdır, yani adalet kılıcına çarpmışçasına kendi kendine belasını bulmuş bir insan durumuna düşecekleri muhakkak. Hadisi Kutsi’de, “Benim dostlarıma savaş açana ben de savaş açarım” buyruluyor çünkü. Evliyaullah’ın etinin zehir olması bu anlamda değerlendirilmeli. Çünkü onlar Allah için sefer olmuş kılavuzlardır. Kim bu rehberler derseniz, bu soruya verilecek cevap elbette ki;
1. Enbiya
2. Evliya
3. Ulema’dır.
Her yüzyılın başında, dini diriltici ve ihya edici “müceddit” vardır. Peygamberimiz (s.a.v.): “Allah bu ümmet için her yüzyılın başında dini ihya için müceddit gönderir” buyurarak bu gerçeğe işaret etmiştir. Hz. Mevlâna da bu anlamda şöyle der: “Her asırda bir söz söyleyici, halkı irşat edici vardır.”
İnsanların âlimlere ve yöneticilere her zaman ihtiyaçları vardır. Âlimler ilmi yayan, insanları karanlığa düşmekten kurtaran ışık fenerleridir. Onun için derler ki; “Âlimler ve emirler bozulunca milletin teâti bozulur. Sofiler bozulursa milletin ahlâkı bozulur.” Evet! Çok yerinde bir tespit, aynı zamanda doğru söylenmiş bir söz, şüphe götürmezde. Hakeza Peygamberimiz: “Âlimler Peygamberlerin varisleridir” buyurarak, madem benden sonra Peygamber gelmeyecek, o halde başvurulacak makamın âlimlerin eşiği olduğu hususuna işaret etmiş bizlere sanki. Hatta Rasülullah (s.a.v.) âlimler için (ilmi ile amil olmuş âlimler) açık müjde bile vermiştir ve bu hususta şöyle buyurdular: “Benim ümmetimin âlimleri Ben’i İsrail’in Peygamberleri gibidirler.” Diye. Dikkat edin, Habibi Kibriya Efendimiz onlar için, “Peygamber” demiyor, “gibidir” buyuruyor. Anlaşılan odur ki; gerçek manadaki bilge insanlar fazilet yönünden değil, hidayete vesile olmak açısından “Ben-i İsrail’in Peygamberleri gibidir” sözüne muhatap olmuşlardır.
İlimden maksat Allah’a ulaşmak olmalıdır. Sırf kuru bilgilerle Allah’a ulaşılmaz. İlim, Allah’a giden yolda vasıta olmadığı müddetçe, öğrenilen bilgiler bir “yük”ten ibaret kalacaktır. Günümüzde birçok sözde âlimlerin aldanmasının sebebi; ilmi kendi öz hüsnü kuruntularının hevasına esir etmelerinin ortaya koyduğu bir neticedir. Oysa faydalı ilim, bildiği ile amel etmek demektir.
Cahiliyet, çok kötü bir hastalık.. İnsanın cahil dostu olacağına, akıllı düşmanı olması daha yeğdir. Çünkü cahilin her zaman ne yapacağını kestirmek zordur. Hatta bu konuda Hz. İsa (a.s); “Ben ahmağa, kele, köre, topala, kötümsere İsmi Azam okurdum, onlar iyi olurdu, dirilirdi. Ama cahile bir İsmi Azam okusan fayda vermez, dirilmez” buyurarak hakikati ortaya koymuştur. Cahillikten uzaklaşmak, ilme yönelmek en doğru kestirme yol olsa gerek. Sonuçta Âlim de bir insan, o da hata yapabilir, ama o hatasını ilmi ile telafi edebilir. Bu yüzden İbrahim en-Nahi; “Âlimin hatasını insanlara anlatmayın, çünkü ilim sahibi bir kere yanılırsa akabinde düzeltir” buyuruyor.
İlim… İlim… İlla da ilim diyoruz. Peygamberimiz (s.a.v.); “İlmi aramak her Müslüman’a farzdır” buyuruyor. Cami ile okulu, bilgisayar ile inancımızı bir araya getirdiğimiz zaman gerçek manada mümin olmuş olacağız demektir. Kol ile kafa, ya da ruh bir araya gelince, toplum dinamizm kazanacaktır elbet. İlmin maddi yumruğu teknolojidir çünkü. Maalesef Müslümanlar ilimden uzak kaldıkça, emperyalizmin kıskacından da kurtulamıyorlar. O halde fikir ve aksiyon beraberliği esas olmalı. Dinimizde ilim ve amel, yani bilmek ile yapmak birbirini tamamlamak için var olan unsurlar olarak telakki edilir. Sebeplere teşebbüs etmek “sünnetullah” veya “adetullah” diye tabir edilen kanunlara riayet etmek demektir. Aksi yol takip etmek sebeplere başvurmadan netice beklemek olur ki, bu temenniden öteye geçemez. Allah (c.c.) her şeyi sebebe bağlamış, bulutu yağmura vesile kıldığı gibi. Sünnetullah’a muhalif olmak, ilme muhalif olmak gibidir. Demek ki; eşyadan bilgi edinmek, eşyanın analitik verilerini insan diline tercüme etmek, hakikate giden yolun kapısını açabiliyormuş.
Sadece ilim tahsil etmekle kalmayıp, bilgilerimizi pratiğe de geçirmekte lazım. Uygulamaya yönelik olmayan ilim, güdük kalmaya mahkûmdur. İmam Şarani (r.a.); “İnsanların çoğu ilim ezberliyor, amel etmiyor” diyor. Talebe okutmak, vaaz vermek güzel bir olay, hatta farz-ı kifayedir. Fakat öğretirken öğrettiklerini nefsinde yaşamıyorsan, ya da vaaz verirken bizatihi kendin yaşamıyorsan, bunların hiç biri değer ifade etmez. Dikkat edin Sahabenin ilmi “nefsi terbiye” ilmidir. Onlar bizatihi nefsinde yaşayarak insanlara ışık veriyorlardı. Onlar yaşamasalardı İslâm, kısa zamanda bu kadar gelişebilir miydi? İlim amelle taçlanınca kıymet kazanıyormuş demek ki. Tasavvuf, bu manada yaşamaya yönelik misyonu icra ettiği için insanları cezp etmektedir. Zekeri (r.a.)’ın; “Ehli tasavvuf ile birleşmeyen âlim katıksız ekmek gibidir” beyanıyla, ilmin pratiğe dökülmesini dile getirmiştir. İmam-ı Gazali de; “Herkesin nefis ilmini bilmesi, nefsini tezkiye etmesi farz-ı ayındır” buyurarak konuya açıklık getirmiştir böylece.
Bugünün ilim adamları aydındırlar, fakat “münevver” değildirler. Çünkü münevver, hem kendisi nurlanmış, hem de başkalarına ışık tutan kimse demektir. Yani irşat edici anlamınadır. İrşat edicinin iki yönü vardır:
1. İlim sahibi olmak,
2. Bilgilerini bizatihi nefsinde uygulayan.
Gerçek irşat sahiplerini ziyaret etmeli onlardan istifade etmeli. Her asırda irşat ediciler mevcut. Yeter ki onları arayalım ve bulmaya çalışalım. Resûlüllah (s.a.v.); “Âlimleri sık sık ziyaret etmek ibadet yerine geçer” buyurmuşlardır. Yine Peygamberimiz (s.a.v.); “Âlimden yüksek hiç bir şey yoktur. Çünkü hükümdarlar yalnız faniler hakkında hüküm verirler, âlimler ise hükümdarları da muhakeme ederler” buyurarak âlimlerin üstünlüğünü beyan etmişlerdir. Bu konuda hadisi şeriflerden birkaçını zikredelim:
“Âlime saygı gösteren Allah’ına saygı göstermiştir.”
“Âlimlere saygılı olan bana saygılı olmuştur.”
“Âlim, yeryüzünde kudret-i ilahi’yenin temsilcisidir; onun aleyhinde bulunan mahvolur.”
Hadisi şeriflerde de görüldüğü gibi, âlimler gerçek manevi hükümdarlardır. Nitekim Osmanlı’da padişahlara yön veren de âlimlerdi. Molla Fenari gibi Yıldırım Beyazıt’ın mahkemede şahitliğini kabul etmeyen, Molla Gür’ani gibi Fatih’i tenkit edebilen, Zembilli Ali Efendi gibi Yavuz’a karşı zaman zaman eleştirilerde bulunan âlimlerimiz tarihin parlak sayfalarında yerlerini almış ve bugün de insanlığı cezbeden gönül mimarları olmaya hak kazanmışlardır. Nitekim Yavuz’un; “Ulemanın atından (ayağından) sıçrayan çamur şerefimizdir” sözü, Osmanlı’nın üç kıtaya hükmetmesinin sırrını vermektedir. Osmanlı’nın kılıcını görüp de ilmi yönüne bakmayanlar, tarihi değerlendirirken hep hataya düşmüşlerdir.
Pozitif ilimler medreseden filizlenip dal budak salmış ve yükselişimize zemin hazırlamıştı. Ne zaman ki ilimden gerileme sürecine girmeye başladık, o zaman düşüşümüz kaçınılmaz bir hal almıştır. Sonunda doğulu medrese, batılı mektebe yenilmiştir. Sait Halim Paşa’nın; “Şarkın düşünce alışkanlığında hep fikirlerin eşyaya yansıdığını, hâlbuki eşyanın hakikatlerinin zihinlere yansımasını da sağlamak gerekir” sözleri kayda değer bir düşünce örgüsü. Zira Eşyanın hakikatini bilmek, insanı hayvandan ayıran en belirgin özelliktir. Bu yüzden Mukaşefe ilmi, nurani rabbaniyedir. İlimden haberdar olmak farz-ı kifayedir. Gerçekten de batıcılarımızın da, doğucularımızın da ortak paydası eşyanın verilerini dimağımıza yansıtamamalarıdır. Deney ve gözlemden uzak, kısırlık, ölçüsüzlük, slogancılık ve yaşadığımız manzara yeterince durumumuzu özetliyor zaten.
Şurası bir gerçek Ortaçağ Avrupa’sında görülen bilim ile din arasında yaşanan çatışma İslâm için geçerli değildir. Şam, Bağdat, Kahire ve Kurtuba gibi ilim şehirleri, ilim sayesinde kurulmuştur çünkü. Hakeza Bedeviyetten hadariyete geçiş ilimle mümkün olabilmiştir. Hâsılı ilmin temelleri işte bu şehirlerde atıldı ve bugünkü modern diye nitelenen ilme kapı(bilimsel gelişmelere rehberlik) bu sayede gerçekleşiverdi.
Resûlüllah (s.a.v.); “Âlimlerin mürekkebi şehitlerin kanlarından üstündür” buyurdukları halde, âlimlerin yaşantıları örnek alınacak yerde, “Kafdağı Masalları” ve “Kesik Baş” hikâyelerine ilgi gösteriyoruz hala. Maalesef bu vahim durumumuz ilmi zihniyetten uzak kalmamıza neden oluyor.
Bugünkü perişan halimizden kurtulup şayet yeniden yükselişe geçmek istiyorsak, engin tarihi ilim ve teknoloji bilgi birikimini tekrardan canlandırıp, bu yolda kararlı adımlar atmakla dirilişe geçebiliriz ancak. Aksi takdirde üçüncü dünya ülkesi olmaktan kurtulamayız. Dün nasıl ki âlimlerin omuzlarında büyük bir medeniyet kurmuşsak, bugün de yeniden kendi Rönesanssımızı gerçekleştirebiliriz pekâlâ.
Sözlerimizi dinimizin buyruğu ile bağlayalım: “İlim Çin’de dahi olsa alınız.”